Amcam anlatırdı... Her sabah boru trampet takımı, okulun öğrenci parkının üstündeki düzlüğe çıkar, kız lisesinin yatılıları için kalk borusu çalarmış. O zamanlar kardeş okulları Bursa Kız Lisesi'ymiş. Zamanla, kardeşler biribirilerine kardeşçe yaklaşmayı bırakmışlar, kardeşlik bozulmuş. Bir sürü öykü vardı o kardeşliğin nasıl bozulduğuna dair. Hiçbiri iyi öyküler değildi ama. Bütün aşklar gibi, sonu hüsran olmuş Kız Lisesi Işıklar aşkının. Öyküler de, o hüsranın bahanelerinden ibaretti...Amcamlar zamanında okulun adı Bursa Askeri Lisesi'ymiş. "BAL Çocukları" dermiş Bursalılar onlara. Okulun adı ne zaman değişmiş şimdi hatırlamıyorum. İsmin değişmesine dair de bir sürü öykü vardı. Bana en güzel gelen, Uludağ’ın eteklerindeki okulun adının geceleri karanlığın içinde ışıl ışıl parlamasından gelmesidir. Sonraları o okul bulunduğu semte de kendi ismini vermiş, "Işıklar".
Amcamların harici elbiseleri, hakim yakalı haki bir ceket ve beyaz palaskadan oluşurmuş. Bizim zamanımızda, lacivert ceket ve gri pantolonlar vardı. Kolej çocuklarına benzerdik o halimizle. İstanbul'a bir geldiğimde Kadıköy Anadolu Lisesi'ne gitmiştim. Hava yağmurluydu, sivil bir yağmurluk geçirmiştim üstüme. Şapkayı çıkardığımda anadolu lisesi öğrencilerinden bir farkım kalmamıştı. Kantinde çay içerken bir kız yanıma geldi. Hayretler içerisinde kalmıştım kızın kendiliğinden sohbet açmasına. Yağmurluğumun önünü açana kadar devam etti sohbetimiz. Kız, ceketimdeki işaretleri, kordonları görünce izin isteyip gitti. Arkasından bakakaldım yüzünü hala unutamadığım o kızın...
Bizim zamanımızda hakim yakalı haki üniformalar sadece dahili kıyafet olarak giyilirdi. Dar yakalar mutlaka kopçalanmalıydı, zorunluydu bu. Hareketlerimizi engellerdi o kopçalar, nefes almak zor olurdu. Akşam etütlerinde dayanamayıp açardık kopçaları. Bazen unutup koridora öyle çıkardık. Üst sınıflar görünce bütün düğmelerimizi koparır tekrar dikip, onları görmemiz için süre verirlerdi. Bazıları diktiğimiz düğmeleri beğenmez tekrar koparır, tekrar dikmeye gönderirdi. Aynı düğmeyi üç-dört kere dikip abilere göstermeye gittiğim zamanlar olmuştur. Üst sınıflar subaylardan daha çok binerdi tepemize...
Amcamın kız arkadaşı da benimki gibi Bursa Kız Lisesi’nde okurmuş. O zamanlar şimdiki gibi cep telefonları yok, telefon bile yok ki... Bizim zamanımızda ankesörlü telefon vardı; ama telefonla konuşmak pek kolay değildi. Aşağı yukarı, her üçyüz kişi için bir telefon vardı okulda. Biz kız arkadaşımla her hafta sonu ayrılırken, amcamın yıllar önce kız arkadaşıyla yaptığı gibi, bir sonraki hafta sonu nerede ve saat kaçta buluşacağımızı kararlaştırırdık.
Amcam, Ankara’ya giderken, "Beni bekle" demiş sevgilisine. O da beklemiş. Amcam Harbiye’den mezun olunca ilk işi gidip yengemi babasından istemek olmuş. Benim kız arkadaşım Namazgah'ta otururdu. O zamanlar deliler gibi aşıktım ben ona, şimdi düşününce garip geliyor. Evlenecektik, “yeşil panjurlu ev” hayallerimiz vardı... Mezuniyet gecesi, kutlama için Kültürpark'ta Bambi Bar'a gittik. Sevgili olarak son görüşümdü onu. Ayrılırken ağlaştık; "Bekle beni" diyemedim. Harbiye’ye Ankara’ya gittim. O da bir kaç yıl sonra üniversiteyi kazanıp geldi. Ama artık çok sular akmıştı köprülerin altından. Ankara'da Adanalı bir sevgilisi oldu. Okul biter bitmez evlendiler. İki seneyi geçti son görüştüğümüz. İsviçre’de yaşıyorlardı. Çocuklarını tatilde dayılarının, yani benim yanıma göndereceğini söylemişti. Lise aşkımın beni çocuklarının dayısı yapması çok da şaşırtıcı değildi. Bir defa elini tutabilmiştim, o da Bambi'deki son gecemizde...
Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı gelecekti. Karşılamaya çıkacak astsubay bandosunun bateristi hastaneye kaldırılmış. Okuldan yeni mezun olmuştu, benden birkaç yaş büyüktü o astsubay. Bateri öğretmenimdi. Ben de öğrenci bandosunda bateristtim. Onun yokluğunda beni yataktan alıp üzerime bir bando astsubay kıyafeti geçirdiler. Sabahın kör vakti çıktık komutanı karşılamaya. Bursa nasıl soğuk, Uludağ’ın eteklerine yağıyor; biz o yağan karın altında bekliyoruz. Saatler geçti, komutan yok... Önce, ellerim çatlamaya başladı. Sonra, o çatlaklardan kan sızmaya... Bagetleri tutamıyordum, komutan gelse nasıl çalardım bilmiyorum. Gelmedi komutan, biz Selamsız Bandosu'na döndük.
Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı gelecekti. Karşılamaya çıkacak astsubay bandosunun bateristi hastaneye kaldırılmış. Okuldan yeni mezun olmuştu, benden birkaç yaş büyüktü o astsubay. Bateri öğretmenimdi. Ben de öğrenci bandosunda bateristtim. Onun yokluğunda beni yataktan alıp üzerime bir bando astsubay kıyafeti geçirdiler. Sabahın kör vakti çıktık komutanı karşılamaya. Bursa nasıl soğuk, Uludağ’ın eteklerine yağıyor; biz o yağan karın altında bekliyoruz. Saatler geçti, komutan yok... Önce, ellerim çatlamaya başladı. Sonra, o çatlaklardan kan sızmaya... Bagetleri tutamıyordum, komutan gelse nasıl çalardım bilmiyorum. Gelmedi komutan, biz Selamsız Bandosu'na döndük.
Okula başladığım günü unutmuyorum. Babamla gitmiştik okula. Beni, elime iki torba verip bir kabine soktular. Birini gösterip, “Üstündeki ne var ne yok çıkar, bu torbaya koy” dediler. Kabinde anadan doğma soyundum. O torbaya çıkardıklarımı koyup, diğer torbadakileri giydim. Yeni iç çamaşırları, yeni çoraplar, üniforma ve ayakkabılar verdiler. Artık, her şeyi okulu verecekti. Yiyecek, giyecek, yemek, yatak. Ve de eğitim tabi... Değiştiriverdim üstümü bir çırpıda. Bundan sonra, sivil iç çamaşırı bile yasaktı. Üzerime de ilk dahili üniformamı geçirdim. 1.62'ydi boyum okula girerken, boyumun hızlı atacağını düşünerek verdikleri üniforma çuval gibi olmuştu üzerimde. O pantolonla ceket sonradan da küçük gelmeye başladı. Bir fotoğraf çekildik babamla, üzerimde yeni üniformalarım. Ardından babama, "Artık gitme vakti!" dediler. Beni de alıp berbere götürdüler. Berber, elindeki makineyle önden, yandan, arkadan girdi kafama. Tam kuşa dönmüştüm. Berberhaneden çıktığımda, gri duvarlar, yüksek tavanlar ve yüzeli yıla yakın süredir her gün cilalanmaktan aynaya dönmüş yer taşları karşıladı beni. Soluk bir florasan ışığı koridoru olduğundan daha soğuk gösteriyordu. Hep üşüdük biz o okulda, taş binalar ısınana kadar yaz gelirdi. Kışları bir nevresim ve iki battaniyeyle uyurduk, yine de üşürdük. O kadar soğuk olurdu...
Babamla okula başladıktan sonraki ilk karşılaşmam bir kaç ay sonrasına denk gelir. Annemle babam kura çekmişler aralarında, kim oğlanı görmeye gidecek diye. Beraber gelecek kadar paraları yokmuş, kura babama isabet etmiş. Babam geldi; ama biz o gün sinemada gürültü yaptığımız için sınıfça cezalıydık. Film başlamadan önce aramızda konuşuyorduk. Nöbetçi subay çıktı perdenin önüne, "Eğlenmeyi bilmiyorsanız eğlenemezsiniz" dedi; cezayı yedik. Adam gibi eğlenemediğimiz için ziyaretçi görüşmeleri ve izinler kaldırıldı. Hala düşünürüm, nasıl adam gibi eğlenebilirdik diye... Ceza mekanizmasını öğrenmek kolay olmadı, o zamana kadar saçma sapan şeylerden ceza aldık. Birisi dershanede saç taramaktan hafta sonu cezası almıştı. Bir başkası köse olduğu halde, sakal tıraşı olmamaktan... Yüzünde bir tane ben vardı, o benin ucundan bir tane tüy uzamış. Oydu bizim arkadaşın hafta sonuna “tüy” diken. Tıraş olmaya başlamadı; ama benindeki tüyü düzenli olarak yolmaya başladı. Ben de, nöbet talimatına aykırı hareket etmekten ceza aldım bir keresinde. Garip olan nöbet talimatına aykırı hareket edip, yatakta oturduğum gece nöbetim yoktu. Şimdi kendim yazarken, kendim inanamıyorum. Babam geldi; onu okulun penceresinden gördüm. Aşağıdan el sallıyordu bana. Askerdim; ama çocuktum. Dayanamadım, başladım ağlamaya. Beni öyle görünce, onun da gözleri doldu. O gün, o okuldan alıp gitmeliydi babam beni. Annem de çok ağladı ben o okuldayken. Bense, hep bir gün gelip beni almalarını, eve götürmelerini bekledim...
Turgut Uyar da bizim okuldan mezundu. "Asker okullarında hiç mutlu olmadım. Genellikle yatılı okullarda mutlu olan çocuk yoktur sanıyorum. Başkalarının, hatta somut başkalarının da değil de, hiç kavrayamadığım bir otoritenin belirlediği ve çoğu zaman saçma bulduğumuz bir şeyler yaşamak..." diyor kendini anlattığı bir yazısında.
Biz mutlu muyduk, değil miydik hiç sorgulamadık o zamanlar. Belki mutsuzluk sıradandı okulumuzda.
Düşünmezdik sadece.
Biz orayı "yuva" bilirdik...

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder