20080119

Ferenc Puskas

Bütün gün ve geceyi dışarıda geçirdikten sonra sonunda yatağa girebilmiştim. Yirmialtıbuçuk saat uyanık kaldıktan sonra baygınlık geçiririm sanmıştım; ama ağrıyan ayaklarım uyumama izin vermiyordu. Rasgele bir kanal açtım, tek kelime anlamıyor olmak iyiydi aslında. Sesi biraz kısınca ninni gibi geldi televizyondaki anlamadığım konuşmalar.

Televizyon karşısında öylece uykuya dalmışım...
Yaklaşık üç saat sonra bir kadının söylediği aryalara uyandım. Tören başlıyordu. Yataktan fırlamamla metroya binmem bir oldu. Yol kısa sayılmazdı, özellikle de Budapeşte’yi hiç bilmeyen biri için... Vardığımda törenin büyük bir kısmı bitmişti. Stadyumdaki törenin sonuna yetişebilmiştim.
Onun isminin verildiği “Puskas Ferenc Stadyumu” hıncahınç doluydu. Futboldan anlamayan, pek de sevmeyen bir adam olmam beni o gün oraya gitmekten alıkoymamıştı. Puskas'a "Elveda" demek için gelen diğer bütün insanların da futboldan anladığını sanmıyorum zaten. Çoluk çocuk, kadın erkek, yerli yabancı demeden binlerce insan son yolculuğunda ona eşlik ediyordu. Puskas bir futbolcudan fazlası olmalıydı. Bunu anlamak için ne Macarca bilmek, ne de futboldan anlamak gerekiyordu.

Herkesin ellerinde mumlar vardı. Ben de bir mum yaktım, başladık yürümeye. Bir süre sonra kocaman bir
meşale alana kadar elimde o mumla yürüyecektim. Meşaleyi yaktıktan sonra ise mumu atmayıp cebime koydum. Binlerce kişi elimizde mumlar ve bayraklarla yürüyorduk. Bazılarının elinde tamamen siyah bayraklar; bazılarının da üzerine siyah kurdele iliştirilmiş Macar bayrakları vardı. En önde Macaristan'ın ve dünyanın başka ülkelerinin kulüplerinin sporcuları, arkada halk...

Budapeşte'de yollar Puskas için kapatılmıştı. Puskas Ferenc stadından, Kahramanlar Meydanı'na (Hösök Tere) kadar uzun bir yürüyüş oldu. Yürüyüş boyunca sessizlik hakimdi. İnsanlar sakince yürüyor, o anı ve anın getirdiği o hüznü paylaşıyordu. Macarca bilmiyor olmam hiçbir şeyi değiştirmedi, konuşan yoktu ki...

İhtişamlı binasıyla güzel sanatlar müzesinin baktığı kahramanlar meydanı çok büyük bir alana yayılmıştı. Meydan öncü Macarların heykelleriyle doluydu. Puskas, kahramanlar meydanındaki bu devlet töreniyle gerçek bir kahraman olarak uğurlanıyordu. Askeri bandonun trompetçisi cenaze borusu çalarken ortalığa yayılan hüznü anlatabilmek çok zor; yaşamak ise çok etkileyiciydi. Birçok ülkenin askeri cenaze borusunu duymuşumdur. Hepsinde benzer ton vardır aslında. Her bir orduda melodi farklı olsa da aynı yoğun hüzün vardır. O trompetin sesi insanın içini eritir. Asker olmak gerekmez o hüznü anlayabilmek için. Hayatları ölümle yaşam arasında geçen askerler, yaşadıkları kadar trompetin sesinde yaşatırlar da. Ölüm tüm ağırlığıyla çöker insanın üstüne, o borunun sesinde. Trompetin her çalınışı bir kahramanın son yolculuğa çıkışını bildirir dinleyene.
Kendi adının verildiği stadyumdaki sporculara özel bir töreni ve kahramanlar meydanındaki devlet töreninin ardından son uğurlama dini bir tören olarak St. Stephen's kilisesinde yapılacaktı. Budapeşte’nin en görkemli kilisesi olan St. Stephen's kilisesi bu tören için hazırlanmıştı. Dini tören devam ederken kiliseye girmem mümkün olmadı, ancak tören bittikten sonra girebildim içeri. Ben girdiğimde, televizyonlar, törenin ardından donanımlarını topluyorlardı. Kabloların ve bütün o canlı yayın aletlerinin aralarından geçerek, üstlerinden sekerek Puskas’ın yattığı mozoleye varabildim. Bedeni artık orada değildi; sadece halen yanmaya devam eden mumlar ve onun için bırakılan çiçekler kalmıştı. Dışarı çıkarken kilisenin görevlilerinden izin isteyip Puskas için yakılmış koca mumlardan birini aldım.

Puskas yola çıkarken Freddy Mercury yumuşacık sesiyle ona ilham veriyordu:

We are the champions...

Lunapark

Ben çocukken bizim aşağı mahallede solcular yaşardı, yukarıda ise sağcılar. Bizim ev tam cadde üzerindeydi. Sağcılarla solcular o caddede karşı karşıya gelir, çatışırlardı. O dönem geceleri perdeler sıkı sıkı kapatılırdı. Gece bir saatten sonra ne balkona çıkılırdı, ne de pencereye. Serseri bir kurşun sizi vurabilirdi. Tabii çocuklara böyle uzun uzun, kurşun adres sormaz diye anlatılmazdı.
Yasaktı işte...

Bir gece, dışarıdan sesler geliyordu, ışıl ışıl oldu bir anda perdeler. Perdeyi açıp ne olduğuna bakamadım; annem, beni o tarafa doğru giderken görünce, “Pencereden uzak dur” dedi. Durup kapalı perdeler ardından gördüm aşağı mahalleyi. Uzun uzun sel gibi akan ışıkları seyrettim. O ışıkların yaptığı gölge oyunlarını seyrettim.
Güzeldi, çok güzeldi...

O gece bir rüya gördüm. Meğer bizim aşağı mahalle Almanya olmuş. Bütün gürültünün sebebi de oymuş aslında. O gün Almanya’nın açılış günüymüş ve açılışını kutlamak için festival yapılıyormuş. O rengarenk festivali görüp, müzik cümbüşünü duyunca koştum sınıra kadar gittim. Ama daha ilerisine gidemedim, sınır kapısından içeri almadılar. Orası aşağı mahalleyken de yasaktı bize; Almanya olmuştu, yine yasaktı. Gerçekte gidemediğim yere rüyamda da gidememiştim. Koskoca mahalleyi kökünden değiştirip Almanya yapmışlardı, yine de gidemedim. Ama sınıra kadar gelmiştim, çok yakındım. Her şey elli metre önümde yaşanıyordu. O gece rüyamda uzun uzun seyrettim Almanya’yı. Neşeli insanlar gecenin bir vakti doldurmuşlardı caddeleri. Herkes gülüyor, eğleniyordu. Kocaman bir de lunapark yapmışlardı çocuklar için Almanya’ya. O zamanın çocukları olan bizler de şimdiki çocuklar gibi dışarı pek çıkamazdık. Ankara Bozkırı’nda çıkacak sokak olmadığından, oynayacak geniş alan olmadığından değildi tabii bu. Çocukların sokağa çıkabilmek için 1980 yılının 12 Eylül’ünü beklemesi gerektiğindendi... Oysa Almanya öyle miydi? Gecenin bir vakti bütün çocuklar dışarıdaydı. Üstelik, o muhteşem, devasa oyuncaklara bedava biniyorlardı. Gençlik Parkı’nı görmüşlüğüm vardı; ama bu gördüklerim Gençlik Parkı’ndakilerle karşılaştırılamayacak kadar güzeldi. Her yerde rengarenk ışıklı tabelalar vardı. Çocuklar gülen yüzleriyle bir ışık denizinde yüzüyor, tüm parkı gökkuşağının renklerine boyuyorlardı.

Sabah uyandığımda müzik sesleri hala kulağımdaydı. Koşturdum aşağı mahalleye baktım balkondan. Bir şey görünmüyordu. Almanya sınırı, sınır kapısı, koskoca lunapark, her şey bir anda yok olmuştu. Karşımdaki tüm yoksulluğuyla, kiri-pasıyla, sönmüş yangının iyice viran ettiği bizim solcu aşağı mahalleydi. Ne kadar büyük bir hayal kırıklığı yaşadığımı anlatacak sözcükler bulamıyorum. Doğrusu, büyümek hep önemli bir sorun olmuştur benim için. Şimdi sorsalar yine aynı şeyi söylerim. Ben büyümek istemedim. Büyüdüm, istemeden de olsa büyümeye devam ettim... Sorsalar büyümemeyi seçerdim, hele rüyamdaki lunaparkı görmeden “büyük adam” olmayı hayatta kabul etmezdim.

Büyüdüm, büyürken de rüyamı özledim. Dışarıya çıkamadığım için dışarıyı içeri getirmeyi öğrendim. Dışarı açılamadıkça içime kapandım. Bir gün rüyalarımda olabilecek kadar güzel bir yerde yaşamaya karar verdim.

Ankara’nın cehenneme dönmeye başladığı zamanlarda annemle babam bizi de kucakladığı gibi bir taşra kasabasında aldı soluğu. 12 Eylül sabahı o kasabada uyandım. 12 Eylül benim bir çocuk olarak yaşadığım en güzel günlerden biridir. Askerler geldiler, sokakları durmaksızın biribirilerinin boğazına binen büyüklerden aldılar ve biz çocuklara verdiler. O gün de asker olmaya karar verdim.

Büyürken sürekli daha iyisinin, daha güzelinin peşinde koştum. Hep daha güzel yerler buldum, hep daha iyi şartlar yakaladım. Zaten pek de zor değildi biraz daha iyisini bulmak, çalışınca oluyor. Oysa sorun daha iyisini bulmak değildi ki... Ben en güzelini istiyordum, bulamadım.

Ne rüyalarımın lunaparkını görebildim, ne de askerlerin geldiği günün sevincini tekrar yaşayabildim.

Uzun sürdü, zor oldu, hala daha göremedim o lunaparkı; ama nerede olduğunu öğrendim sonunda.

Ben nerede değilsem oradaydı...