20080121

Varoluş Vakumu

Marx ve Engels tarafından 1948 yılında kaleme alınan Komünist Manifesto'da, “Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve sonunda insanlar, ciddi olarak kendi yaşam koşulları ve diğer insanlarla olan ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyorlar.” yazar.

Ayağımızın altındaki zeminin sürekli kaydığı bir dünyada yaşıyoruz. Varlığımızla, doğamızla ve değerlerimizle olan bağımızı koparıyoruz. Hayat özünü kaybediyor. Ve sanırım, “anlam” üzerine konuşmak en çok böyle bir durumda anlamlanıyor, anlamlı oluyor.

Bir bardağa bakıp, onun boş olduğunu söyleyen kişi aslında bardağın, içinde olmasını beklediği sıvıdan yoksun olduğunu anlatmaktadır. Peki ya, hayatım boş diyen kişi?Hayat, bir anlamı olmadığı zaman boştur.

“Varoluş Vakumu, yirminci yüzyılda yaygın bir olgudur. Bu, insan soyunun gerçek anlamda insan olduğu zamandan beri uğradığı iki kaybın sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İnsanlık tarihinin başlangıcında insanoğlu, hayvan davranışlarını yönlendiren ve kendisini güvene almasını sağlayan temel hayvansal içgüdülerinin bazılarını yitirmiştir. Bunun sonucunda insan, o zamandan beri, duruma göre tercihler yapmak, karar vermek zorundadır. Buna ek olarak insan, gelişiminin daha sonraki dönemlerinde, davranışlarına temel olan geleneklerini de hızla kaybetmeye başlamıştır. Artık içgüdüler ona ne yapılacağını söylemediği gibi, gelenekler de ne yapması gerektiğini söylememektedir. Bazen, kendisi dahi ne yapmak istediğini bilmiyor. Bunun yerine, ya başkalarının yaptığını yapmak (konformizm) ister, ya da başkalarının ona yaptırmak istediğini (totalitarizm) yapar.” diyor Viktor Frankl.

Çağımızın insanı, kendisinde hissettiği içerik eksikliği nedeniyle, can sıkıntısı ve keder arasında sıkışıp kalıyor. Sonuçta anlam arzusunun hüsrana uğramasıyla yüzeye çıkan varoluş boşluğu, güç arzusu, para arzusu, zevk arzusu, hatta cinsellikle telâfi olarak kendini gösteriyor.
Hayatının anlamının kaybedildiği durumda, ilişkilerimiz ve hayatla kurduğumuz bağ derinlikten yoksundur. Anlamsızlık ve boşluk hayatlarımız için en önemli belirleyendir. Bunlara yalnızlık eşlik eder. Varolmanın yolu yalnız kalmamaktır. Talep edilen olmak insanı yalnız kalmaktan kurtarır ve talep edilmek ise iyi pazarlamayı gerektirir. Aranan kişi olmak için tavırlarımızı şekillendirirken aslında olmadığımız kişilere dönüşmeye başlarız. Daha çok talep edilen oldukça, boşluk daha da büyür. En popüler insanların yalnızlıktan en çok şikayetçi olan kişiler olması bir tesadüf olmamalıdır. Andre Gide, “Kendilerini yalnız kalmış bulmaktan korkan insanlar, kendilerini hiç bulamazlar” der. Yalnız kalmaktan korkarak ilişkilere girmek bizi aslında beraber olmak istemeyeceğimiz kişilerle ilişkiler kurmaya yönlendirir. İlişkilerimiz hızla ilişkisizliğe dönüşür. İngiliz oyuncu Dame Edith Evans'ın, yaşlılık yıllarında tek başına yaşarken kendisiyle görüşmeye gelen bir gazeteciye söylediği, “There is a difference between loneliness and aloness” sözleriyle yalnız olmak ve yalnız kalmanın biribirinden farklı durumları ifade ettiğini ortaya koyar. Camus aynı durumu, “Solidaire(dayanışmacı)” ve “Solitaire(yalnız)” sözcükleriyle oynayarak ifade eder. Birlikte hareket edebilen kişi yalnız değildir.

Can sıkıntısı ve durgunluk ile ortaya çıkan bu boşluk vakumun kaynağıdır. Birey, ne yapmak istediğini bilemez. İstediğini yapabileceği, özgür zamanlarında yapabileceği pek fazla şey yoktur. Kendine ve dünyaya inançsız bir biçimde bakar, yönünü belirlemekte zorlanır ve yaptıklarının amacını sorgular. Varoluşunun anlamını bulamayan birey, ortaya çıkan ve vakum yapan bu boşluğu sürekli bir şeylerle doldurma eğilimindedir. Moda, astroloji, diyetler, madde kullanımı, seks, gece hayatı, estetik operasyonlar, güç, para, iktidar, politika, vs. ile bu boşlukları doldururuz. Ancak hiçbir zaman bu boşluk tamamen dolmaz. Ve boşluk içine ne atarsak atalım daha fazlasını ister. Ve bizler de bu boşlukla sürekli olarak yeniden yüzleşiriz.

Varolmak aslında zaman içine yayılan bir süreci ifade eder. Olmak ve olmaya devam etmek. Gelecek kaygıları, olmak ile yapmanın yer değiştirmesine sebep olabilir. Hayatına dair gerçek bir ana planı olmayan kişinin yaptıkları boşluğu doldurmaktan uzaktır ve onu tatmin etmez. Ana plan olmayınca etkinliklerimiz birer ana plana dönüşürler. Hayatımıza anlam verir gibi görünürler. Birer parça anlam kattıkları doğru olsa da; hayatı bir bütün olarak anlamlandırmaktan uzaktırlar.

Geriye dönüp yazdıklarıma bakınca, bu açıklamaların hayatın anlamının ne olduğuna işaret etmekten çok ne olmadığına işaret ettiğini görüyorum. Peki, nedir hayatın anlamı? Varoluş Vakumu'nu ortaya koyan Viktor Frankl sorunun cevabını bir net cevap olmadığını ifade ederek veriyor. Frankl, hiç kimsenin bir diğer kişi için bu soruya cevabı olmadığını söylüyor. Sorunun cevabını bir usta satranç oyuncusuna satrançta en iyi hareketin ne olduğunu sormaya benzetiyor. Cevap ise kimin kimle oynadığına, tahtadaki taşların durumuna ve birçok başka faktöre göre değişir...

Varoluş Vakumu ile ilgili söyleyebileceğim sözler bitmek üzereyken, özrümü de burada ortaya koymak gerektiğini düşünüyorum. Buraya yazdıklarımı konunun uzmanı olmayan birinin yazdığını itiraf etmeliyim. Yazdıklarım, okuduklarımdan aklımda kalanların yazıya dökülmesinden ibarettir. Konunun detaylarını merak edenler Viktor Frankl'ın “İnsanın Anlam Arayışı” isimli kitabından başlayabilirler. Kitabı okumak için bulamadığımı da itiraf etmeliyim. Referans olarak verdiğim kitabı okuyabilmeyi ben de çok istiyorum. Ancak, bir kopyasını bulabilmek mümkün olmadı benim için.

Hayatı ve boşluğu çok iyi ifade ettiğini düşündüğüm bir duvar yazısını Engin Geçtan'dan alıntı yaparak aktarıyorum:

“Hayat boştur; ama içine sıçınca dolar.”

Servet-i Fünun'da Düş(üş): Yeni Zelanda

“Yeşil Yurt” ideali Servet-i Fünun Dergisi’nde toplanan ve yine aynı isimle anılan akımın önde gelen temsilcileri tarafından ortaya konulmuştur. Başlangıçta uzak diyarların özlemi olarak ortaya çıkan bu düşünce somut olarak bir yer ile ilişkili değildir. Bu özlem ilk olarak Tevfik Fikret’in Hüseyin Cahit ile birlikte Dr. Esad Paşa’yı ziyaret ettiği bir günde filizlenir. Sohbet’in konusu her zamankinden farklı değildir: “İstibdat”. Çare, İstanbul’dan topluca göç etmektir. Başlangıçta, nereye ve nasıl gidileceğine ilişkin bir düşünce yoktur. Tevfik Fikret, Mehmet Rauf’tan gidilebilecek yerler konusunda araştırma yapmasını ister. Aynı zamanda bahriye yüzbaşısı olan Mehmet Rauf’un çeşitli ülkelerin deniz subayları ile arkadaşlığı olduğu bilinmektedir. Yeni Zelanda fikri de ilk olarak görüştüğü İngiliz Donanması’na bağlı Imogene gemisinin süvarisi olan Kaptan Bain’in o sıralar göçmen kabul eden Yeni Zelanda’dan bahsetmesi ile ortaya çıkar. Bain, onlara Yeni Zelanda’nın aradıkları hayat için uygun olduğundan bahseder ve bir takım broşürler verir. Broşürlerin Mehmet Rauf tarafından tercüme edilmesi ile birlikte “Yeşil Yurt” özleminin artık bir nesnesi de vardır. Bu olaydan “Yeşil Yurt Hikayesi” adlı yazısında, Mehmet Rauf şöyle bahseder:
“Captain Bain b teşebbüsümüzü alkışla karşıladı:
“Azizim Rauf,” dedi. “İngiltere’de muhaceret için bugünlerde herkes bilhassa Yeni Zelanda’ya gidiyorlar. Orası gayet mümbit ve mahsuldar, iklimi ab ü havası pek latif bir yerdir. Eğer istersen sana muhaceret heyetleri için neşrolunan rehberlerden getirteyim. Okur, tetkik eder, ona göre karar verirsiniz.”

Servet-i Fünuncuların Yeşil Yurt hayali kurmalarının temelinde o dönemin şartları yatmaktadır. Akımın üyeleri bireyselliği ve sanatı ön plana çıkaran edebiyatçılardı. Eserlerinde ortak özellik olarak karamsarlık ve içe kapanıklık görülmektedir. Bununla birlikte biribirilerine çok bağlıydılar ve kişisel farklılıkları olsa da bir ortak duruş gösteren sanatçılardı. Hüseyin Cahit bu bağı “Ülkü!” olarak niteliyor, “Yüce bir sanat ülküsü, yurt ülküsü!” Bu ortak duruşun temelindeki en baskın sebep olarak devrin siyasi ortamıdır. Dönem, II. inci Abdülhamid dönemidir. Ülke içeriden ve dışarıdan büyük bir baskı altındadır. 1876 yılında parlamento feshedilmiştir, “İstibdat” dönemi sürmektedir. Dönemin, baskıcı siyasi atmosferi sanatçıları bunaltmaktadır. Hüseyin Cahit anılarında durumdan “Hafiyelerle, sansürcülerle, sürgünler ve baskılarla çevrili bu yaşam içinde vicdanca rahat bir dakika geçirmek pek zordu” diye bahseder. Aydınlar, bu karanlık dönemi önceleri sadece padişahın eseri olarak görmekte, padişahın ve padişahın şahsında rejimin değişmesiyle sorunların hallolacağını kurgulamaktaydılar. Yeşil Yurt girişimi temelde bir çeşit gerçeklerden kaçıştır. Onlar aydınlık bir dünyanın hayalini kurarken, gerçek dünya tüm ağırlığıyla omuzlarındadır. Mehmet Rauf, “Yeşil Yurt Hikayesi” isimli yazısında, “Her gün menfur tecelliyatına şahit olduğumuz saray şenaatleri bizi zehirliyor, artık burada yaşamayı imkansız hale getiriyordu” der. Hüseyin Kazım Kadri de aynı konuya hatırlarında, “Yanıp tutuşuyorduk. Fakat ne yapacağımızı da bilemiyorduk. Nihayet, yine Fikret bir çare buldu: bu memleketten hicret etmek!” demektedir. Hüseyin Cahit Yalçın oraya eşleri ile birlikte gidip sosyalist bir cemaat olarak yaşayacaklarından, mülkiyetin olmayacağından bahsederken biribilerine karşı kardeşçe yaklaştıklarını anlatır. Bir makalesinde gidilecek yerin adını verir:“Memleketi terk edip Nouvelle Zelanda adasına gidecektik.”

Fikre kendilerini tamamen kaptırmışlardır. Hatta aralarında fikir ayrılıkları da baş gösterir. Hüseyin Cahit, edebi hatıralarında Tevfik Fikret ile aralarında geçen tartışmayı şöyle anlatır:Nuvelzeland teşebbüsünde yalnız bir noktada Tevfik Fikret ile aramda bir ihtilaf çıkıyordu. Fikret, ilelebet adada yerleşmek ve hiç memlekete dönmemek fikrinde idi. Ben:
- Hayır, diyordum. Abdülhamid ölür de memlekette meşrutiyet teessüs ederse Nuvelzeland’da kalamam, mutlaka buraya dönerim!Fikret bunu oyunbozanlık addederek kızıyordu. Hele o zaman gelsin düşünürüz diye bu ihtilafın halini ileriye bırakıyorduk.

Hüseyin Kazım Kadri Yeni Zelanda hayalini anlatırken projenin maddi gereklerine değinir. Göç için gerekli parayı Esad Paşa sağlayacaktır. Paşanın Ankara’da ailesine ait bir çiftliği vardır. İki günde ancak gezilebilen bu çiftliğin satışından gelen para Yeni Zelanda’ya gidecek Türk kolonisinin sermayesini oluşturacaktır. Hüseyin Cahid ve Hüseyin Kazım Kadri keşif için adaya gidecek ve oradan gelecek bilgiler ışığında proje hayata geçirilecektir. Onun için “Hayatı-ı Muhayyel” olan projeden bahsederken, “Oradaki her şey, hatta sema bile yeni idi” der.

Yeşil Yurt hayalini kuran edebiyatçılar içinde akımın en güçlü ve en kıdemli ismi olan Tevfik Fikret başı çekmektedir. Mehmed Rauf, Hüseyin Kadri, Dr. Esad Paşa, Hüseyin Cahit, Süleyman Nesip, Ahmet Hikmet Müftüoğlu da bu hayali kuran edebiyatçılar arasındadırlar. Halid Ziya Uşaklıgil yazılarında Seylan Adası’nın ismini vererek bu hayale değinmiş olmakla beraber hayale dahil değildir. O, bu hayalden Tevfik Fikret’i suçlayarak bir çeşit kendini aldatma olarak bahseder. Kırk yıl adlı hatırasında şunları yazar:Hüseyin Cahid’in “Hayat-ı Muhayyel” kitabile edebiyat cihanında daima hazaretini muhafaza edecek olan Yeşil Yurd herkesçe bilinen bir hulya yuvasıdır. O zaman yaşayabilmek için mevcudiyetini mutlaka bir ümide bağlamak ihtiyacında olan ve nihayet bütün manasile bir şair olan Fikret için bu hulyanın adeta maddiyet, fi’liyet kesbetmiş bir hakikat kuvvetini almasına hiç şaşmamıştık; fakat bunun peşine aramızdan başka takılanlar da olduğuna bakınca, ben kendi kendime, acaba onu oyalamak, hayalinde açılan ümid dünyasını söndürecek bir hakikat nefesi üfürmüş olmamak için mi mümaşat ediyorlar diye düşünür, ve nihayet müşvik bir dostluk demek olan bu iğfali ma’zur, hatta makbul bulurdum. Nihayet anlaşıldı ki onun sekri havasının intişarı dairesine girerek onlar da sarhoş olmuşlardır.

Dr. Esad Paşa’nın Ankara’dan eli boş dönmesi Yeni Zelanda hayaline asıl darbeyi vurur. Çiftlik için alıcı çıkmamıştır. Yeni Zelanda’ya topluca göç hayali suya düştükten sonra Hüseyin Kazım Kadri, Manisa’nın sarıçam köyü’ndeki arazisine bir çiftlik yaptırarak Yeşil Yurt’u burada kurmayı teklif eder, gereken parayı da Dr. Esad Paşa yerine kendisi karşılayacaktır. Tevfik Fikret bu hayale de yürekten sarılır. Hatta oraya yapılacak köşkün planlarını dahi çizer. Hüseyin Cahid, yeni yeri araştırmak için görevlendirilir, İstanbul’dan kaçak olarak yola çıkarak maceralı bir yolculukla yeni yeri keşfe gider ve oradan iyi haberlerle döner. Anlaşmazlıklar sonucu oraya da gidilemez. Yeşil Yurt, Servet-i Fünuncular için bir hayal olarak kalacaktır...

Notlar: bu metni derlemek için birçok kaynaktan faydalandım. Hepsinin adını tek tek vermeyeceğim. Metinde zaten dönemin edebiyatçılarının yazdıkları, eser isimleri ile birlikte vardır. Ancak tüm kaynaklar arasında ağırlığı diğerlerinden fazla olan Rahim Tarım’ın ismini vermeden geçemeyeceğim. Konuyla ilgili okuduğum ilk makale kendisine aittir. Metin Kitap-lık Dergisi'nin Nisan 2006 tarihli 93'üncü sayısında, "Yeşil Yurt" adlı dosyada da bulunabilir. http://www.ykykultur.com.tr/kitaplik/93/main.html

Detaylarla ilgilenmek isteyenler için makalenin sonunda geniş bir kaynakça da mevcuttur:
Rahim Tarım, Servet-i Fünun edebî topluluğu'nda Yeşil Yurt Özlemi", Mimar Sinan Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Dergisi Sayı:2, İstanbul 1995, S. 185-203

Işıklar Askeri Lisesi

Amcam anlatırdı... Her sabah boru trampet takımı, okulun öğrenci parkının üstündeki düzlüğe çıkar, kız lisesinin yatılıları için kalk borusu çalarmış. O zamanlar kardeş okulları Bursa Kız Lisesi'ymiş. Zamanla, kardeşler biribirilerine kardeşçe yaklaşmayı bırakmışlar, kardeşlik bozulmuş. Bir sürü öykü vardı o kardeşliğin nasıl bozulduğuna dair. Hiçbiri iyi öyküler değildi ama. Bütün aşklar gibi, sonu hüsran olmuş Kız Lisesi Işıklar aşkının. Öyküler de, o hüsranın bahanelerinden ibaretti...

Amcamlar zamanında okulun adı Bursa Askeri Lisesi'ymiş. "BAL Çocukları" dermiş Bursalılar onlara. Okulun adı ne zaman değişmiş şimdi hatırlamıyorum. İsmin değişmesine dair de bir sürü öykü vardı. Bana en güzel gelen, Uludağ’ın eteklerindeki okulun adının geceleri karanlığın içinde ışıl ışıl parlamasından gelmesidir. Sonraları o okul bulunduğu semte de kendi ismini vermiş, "Işıklar".

Amcamların harici elbiseleri, hakim yakalı haki bir ceket ve beyaz palaskadan oluşurmuş. Bizim zamanımızda, lacivert ceket ve gri pantolonlar vardı. Kolej çocuklarına benzerdik o halimizle. İstanbul'a bir geldiğimde Kadıköy Anadolu Lisesi'ne gitmiştim. Hava yağmurluydu, sivil bir yağmurluk geçirmiştim üstüme. Şapkayı çıkardığımda anadolu lisesi öğrencilerinden bir farkım kalmamıştı. Kantinde çay içerken bir kız yanıma geldi. Hayretler içerisinde kalmıştım kızın kendiliğinden sohbet açmasına. Yağmurluğumun önünü açana kadar devam etti sohbetimiz. Kız, ceketimdeki işaretleri, kordonları görünce izin isteyip gitti. Arkasından bakakaldım yüzünü hala unutamadığım o kızın...

Bizim zamanımızda hakim yakalı haki üniformalar sadece dahili kıyafet olarak giyilirdi. Dar yakalar mutlaka kopçalanmalıydı, zorunluydu bu. Hareketlerimizi engellerdi o kopçalar, nefes almak zor olurdu. Akşam etütlerinde dayanamayıp açardık kopçaları. Bazen unutup koridora öyle çıkardık. Üst sınıflar görünce bütün düğmelerimizi koparır tekrar dikip, onları görmemiz için süre verirlerdi. Bazıları diktiğimiz düğmeleri beğenmez tekrar koparır, tekrar dikmeye gönderirdi. Aynı düğmeyi üç-dört kere dikip abilere göstermeye gittiğim zamanlar olmuştur. Üst sınıflar subaylardan daha çok binerdi tepemize...

Amcamın kız arkadaşı da benimki gibi Bursa Kız Lisesi’nde okurmuş. O zamanlar şimdiki gibi cep telefonları yok, telefon bile yok ki... Bizim zamanımızda ankesörlü telefon vardı; ama telefonla konuşmak pek kolay değildi. Aşağı yukarı, her üçyüz kişi için bir telefon vardı okulda. Biz kız arkadaşımla her hafta sonu ayrılırken, amcamın yıllar önce kız arkadaşıyla yaptığı gibi, bir sonraki hafta sonu nerede ve saat kaçta buluşacağımızı kararlaştırırdık.

Amcam, Ankara’ya giderken, "Beni bekle" demiş sevgilisine. O da beklemiş. Amcam Harbiye’den mezun olunca ilk işi gidip yengemi babasından istemek olmuş. Benim kız arkadaşım Namazgah'ta otururdu. O zamanlar deliler gibi aşıktım ben ona, şimdi düşününce garip geliyor. Evlenecektik, “yeşil panjurlu ev” hayallerimiz vardı... Mezuniyet gecesi, kutlama için Kültürpark'ta Bambi Bar'a gittik. Sevgili olarak son görüşümdü onu. Ayrılırken ağlaştık; "Bekle beni" diyemedim. Harbiye’ye Ankara’ya gittim. O da bir kaç yıl sonra üniversiteyi kazanıp geldi. Ama artık çok sular akmıştı köprülerin altından. Ankara'da Adanalı bir sevgilisi oldu. Okul biter bitmez evlendiler. İki seneyi geçti son görüştüğümüz. İsviçre’de yaşıyorlardı. Çocuklarını tatilde dayılarının, yani benim yanıma göndereceğini söylemişti. Lise aşkımın beni çocuklarının dayısı yapması çok da şaşırtıcı değildi. Bir defa elini tutabilmiştim, o da Bambi'deki son gecemizde...
Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı gelecekti. Karşılamaya çıkacak astsubay bandosunun bateristi hastaneye kaldırılmış. Okuldan yeni mezun olmuştu, benden birkaç yaş büyüktü o astsubay. Bateri öğretmenimdi. Ben de öğrenci bandosunda bateristtim. Onun yokluğunda beni yataktan alıp üzerime bir bando astsubay kıyafeti geçirdiler. Sabahın kör vakti çıktık komutanı karşılamaya. Bursa nasıl soğuk, Uludağ’ın eteklerine yağıyor; biz o yağan karın altında bekliyoruz. Saatler geçti, komutan yok... Önce, ellerim çatlamaya başladı. Sonra, o çatlaklardan kan sızmaya... Bagetleri tutamıyordum, komutan gelse nasıl çalardım bilmiyorum. Gelmedi komutan, biz Selamsız Bandosu'na döndük.

Okula başladığım günü unutmuyorum. Babamla gitmiştik okula. Beni, elime iki torba verip bir kabine soktular. Birini gösterip, “Üstündeki ne var ne yok çıkar, bu torbaya koy” dediler. Kabinde anadan doğma soyundum. O torbaya çıkardıklarımı koyup, diğer torbadakileri giydim. Yeni iç çamaşırları, yeni çoraplar, üniforma ve ayakkabılar verdiler. Artık, her şeyi okulu verecekti. Yiyecek, giyecek, yemek, yatak. Ve de eğitim tabi... Değiştiriverdim üstümü bir çırpıda. Bundan sonra, sivil iç çamaşırı bile yasaktı. Üzerime de ilk dahili üniformamı geçirdim. 1.62'ydi boyum okula girerken, boyumun hızlı atacağını düşünerek verdikleri üniforma çuval gibi olmuştu üzerimde. O pantolonla ceket sonradan da küçük gelmeye başladı. Bir fotoğraf çekildik babamla, üzerimde yeni üniformalarım. Ardından babama, "Artık gitme vakti!" dediler. Beni de alıp berbere götürdüler. Berber, elindeki makineyle önden, yandan, arkadan girdi kafama. Tam kuşa dönmüştüm. Berberhaneden çıktığımda, gri duvarlar, yüksek tavanlar ve yüzeli yıla yakın süredir her gün cilalanmaktan aynaya dönmüş yer taşları karşıladı beni. Soluk bir florasan ışığı koridoru olduğundan daha soğuk gösteriyordu. Hep üşüdük biz o okulda, taş binalar ısınana kadar yaz gelirdi. Kışları bir nevresim ve iki battaniyeyle uyurduk, yine de üşürdük. O kadar soğuk olurdu...

Babamla okula başladıktan sonraki ilk karşılaşmam bir kaç ay sonrasına denk gelir. Annemle babam kura çekmişler aralarında, kim oğlanı görmeye gidecek diye. Beraber gelecek kadar paraları yokmuş, kura babama isabet etmiş. Babam geldi; ama biz o gün sinemada gürültü yaptığımız için sınıfça cezalıydık. Film başlamadan önce aramızda konuşuyorduk. Nöbetçi subay çıktı perdenin önüne, "Eğlenmeyi bilmiyorsanız eğlenemezsiniz" dedi; cezayı yedik. Adam gibi eğlenemediğimiz için ziyaretçi görüşmeleri ve izinler kaldırıldı. Hala düşünürüm, nasıl adam gibi eğlenebilirdik diye... Ceza mekanizmasını öğrenmek kolay olmadı, o zamana kadar saçma sapan şeylerden ceza aldık. Birisi dershanede saç taramaktan hafta sonu cezası almıştı. Bir başkası köse olduğu halde, sakal tıraşı olmamaktan... Yüzünde bir tane ben vardı, o benin ucundan bir tane tüy uzamış. Oydu bizim arkadaşın hafta sonuna “tüy” diken. Tıraş olmaya başlamadı; ama benindeki tüyü düzenli olarak yolmaya başladı. Ben de, nöbet talimatına aykırı hareket etmekten ceza aldım bir keresinde. Garip olan nöbet talimatına aykırı hareket edip, yatakta oturduğum gece nöbetim yoktu. Şimdi kendim yazarken, kendim inanamıyorum. Babam geldi; onu okulun penceresinden gördüm. Aşağıdan el sallıyordu bana. Askerdim; ama çocuktum. Dayanamadım, başladım ağlamaya. Beni öyle görünce, onun da gözleri doldu. O gün, o okuldan alıp gitmeliydi babam beni. Annem de çok ağladı ben o okuldayken. Bense, hep bir gün gelip beni almalarını, eve götürmelerini bekledim...

Turgut Uyar da bizim okuldan mezundu. "Asker okullarında hiç mutlu olmadım. Genellikle yatılı okullarda mutlu olan çocuk yoktur sanıyorum. Başkalarının, hatta somut başkalarının da değil de, hiç kavrayamadığım bir otoritenin belirlediği ve çoğu zaman saçma bulduğumuz bir şeyler yaşamak..." diyor kendini anlattığı bir yazısında.

Biz mutlu muyduk, değil miydik hiç sorgulamadık o zamanlar. Belki mutsuzluk sıradandı okulumuzda.

Düşünmezdik sadece.

Biz orayı "yuva" bilirdik...