20080122

Abdülrezzak


Adıyaman'da yerel Fırat gazetesi sahibi Hacı Boğatekin yazdığı bir yazı nedeniyle gözaltına alındı. Savcının gazeteciye attığı fırça ise çok ilginç.
Adıyaman'ın Gerger ilçesi Cumhuriyet Savcısı Sadullah Ovacıklı'nın, Fethullah Gülen'in cemaatine de değinen bir yazısı nedeniyle Gerger Fırat Gazetesi sahibi Hacı Boğatekin'e, "Sen milyonların saygı duyduğu Fethullah Gülen'e Feto diyemezsin. İkinci sayında özür dile, yoksa seni fena yaparım" dediği ileri sürüldü.
Gazetenin 4 Ocak 2008 tarihli sayısında yayımlanan "Feto ile Apo" başlıklı başyazı nedeniyle dört gün sonra Gerger Cumhuriyet Başsavcılığı'nca göz altına alınan gazeteci, savcı Ovacıklı'nın tutuklama talebine rağmen gönderildiği Gerger Sulh Ceza Mahkemesi'nce tutuksuz yargılanmasına karar verilerek serbest bırakıldı. Hacı Boğatekin'in dosyası Adıyaman Savcılığı'na gönderildi.
http://www.medyafaresi.com/?hid=10315&cid=3



Okulda “Abdülrezzak” isimli bir arkadaşımız vardı. Adını hiç sevmezdi, gidip mahkemeye başvurdu. Mahkeme bitip de okula döndüğünde adeta sevinçten uçuyordu. Hiç sevmediği adından kurtulduğunu duyurdu bize ve bundan sonra sadece yeni adını kullanmamızı istedi. Ağzından eski ismi kaçıranlara bozuk attı uzun süre.

İnsanlara onların hoşlanmadığı isimleri takmanın, onlara gerçek isminden farklı isimlerle hitap etmek doğru bir davranış olmasa da böyle bir durumu ortaya çıkartan iki taraf vardır. Birincisi takma isim bulanın baktığı pencere, ikincisi isim takılanın baktığı pencere.

“Feto” sözcüğü bir sözcük olarak “Fethullah” sözcüğünün ifade edemediği bir şeyi ifade ediyor mu? “Feto” bir sözcük olarak “Fethullah” ismindeki kişiye yakıştırılan sıfatlardan soyutlanmış halinden fazlası mı? Zaten asıl da sorun da, “Feto” ile “Fethullah” arasındaki seçimden kaynaklanmıyor sanki...


Seyredenler bilir, Geleceğe Dönüş serisinin ilk filmininde bir sahne vardır. “Film”, Griff isimli irikıyım karakterin kahramanımız Marty’ye “tavuk” demesiyle kopar. Aslında, Marty’nin filmi koparmasının asıl sebebi kendisine “tavuk” denmesi değildir; tavukluğunun yüzüne vurulmasıdır. Bilen bilir, Marty korkak bir adamdır ve film de aslında bunun üzerinden gelişir. Marty sürekli meydan okur.Ama en çok meydan okuduğu kendi tavukluğudur...

Fethullah Gülen’e takılan isim güzel olmayabilir. Beğenen olur, beğenmeyen olur.Asıl soru, kim, neye, neden meydan okuyor? Elimizde bir tek Feto sözcüğü mü var? Hiç sanmam... “Fethullah” ve “Feto” sözcükleri arasında farkı birileri özetlemiş:
- Hocaefendi Hazretlerine Feto diyemezsin...


Yani asıl olay “hocaefendi hazretleri” kısmında kopuyor. Fethullah’ı feto yapınca, ne hocaefendilik kalıyor; ne de hazretlik... Öfkenin asıl sebebi ismin kısalmasından çok, sıfatlarının uçması olabilir mi?Çocukken ben de adımı beğenmeyip değiştirmek istemiştim. Annem, “ismin sana anlam vermesin, sen ismine anlam ver” demişti...

Bir isim kendi başına anlam üretemiyorsa, ona sıfatlar ekleyebiliriz. Kendi başına anlamı yakalayamayanlar o sıfatlara tutunurlar. Hem “hazır” verilmiş anlamlar varken, anlamı yeniden üretmeye ne gerek var? Sesinizin olduğundan çok çıkmasını mı istiyorsunuz? Bu durumda, adınız söylediklerinizi anlatmaya yetmiyor olabilir. Bu aslında sizin söylemlerinizin içini dolduramamanızdan olsa da, önemli değil. Söylemlerinizin altını dolduramıyorsanız da işiniz hallolur. Adının arkasına önüne sıfatlar, ünvanlar yığın. Göreceksiniz ki, adı değişenin sözlerinin ağırlığı da değişiyor. Hafif düşüncelerinin altına ünvan bağlayanların söyledikleri bazı insanlar için ağırlaşır çünkü... Dersinize iyi çalışırsanız, adınız öyle bir hale gelebilir ki, sizin adınızı, ünvanınızı sizin adınıza başkaları takip eder.

Bunlar dışında “Fethulah” ile “Feto” arasında algılayandan kaynaklanan bir fark vardır, başka da bir fark yoktur...

Bizim arkadaş da mahkemeye gitmişti nihayetinde...“Abdülrezzak” olan ismini mahkeme kararıyla “Rızkı” olarak değiştirmişti!

Polisin Vurduğu Yerde Gül Biter

Orta ikinci sınıftaydım. Haftalık harçlığımı hafta sonuna kadar saklamış, sonra da tamamını bir ataricide iki jetona yatırmıştım. O zamanlar atarinin üzerine jeton dizmek modaydı. Haznenin hemen yanına dizilen jetonlar sırada bekleyenlere, "Daha benim oyunum sürecek, aradan oyuna girme" mesajı verirdi. Oyun makineleri aynı ekranda iki kişinin oynayabileceği şekilde tasarlanmıştı. Oynayanın son canı kaldığında başlayacağı oyundan bir canını feda edebilen girer o sırada oynayanın son kalan canını feda ettiğiyle bitirir ve oyuna yalnız devam ederdi. İlk jetonun sonlarına doğru heveslenenleri görünce ben de avucumda tuttuğum diğer jetonu koydum haznenin yanına.

Birden içeride bir kaynaşma oldu. Bağrışmalar derken anladık ki polis basmış atariciyi. Aslında, polis ataricileri sadece okulun açık olduğu saatlerde basardı. İçerideki çocukları, "Gidin derslerinize girin! Bir dahakine babanıza söylerim" diye korkuturdu. Hafta içi atariciye o yüzden gitmezdim. Oysa mahalledeki çocukların yarısı polis baskınına bir kaç kere uğramıştı. Bu benim ilk baskınım oluyordu.

Daha önceki baskınlardan tecrübeli çocuklarla beraber duvarın dibinde sıraya geçtim. Diğer çocuklar rahattı, bir şey olmayacağını biliyorlardı. Ben de onlara uyup rahat davranmaya çalıştım. Polis atariciyi paylıyordu ki, gözlerimizi kaçırdık. Ne olduysa o zaman oldu işte. Gözüm oyunlardan birine takılıverdi. Bu baskın faslı bitince o oyunu oynamak güzel olacaktı. O arada eski oyunumu düşündüm, acaba son canım hala bitmemiş olabilir miydi? O da ne! Kimse yaklaşmasın diye haznenin yanına koyduğum jetonu orada unutmuşum. Haftalığımın yarısı baskın heyecanında koyduğum yerde unutmuştum. Beni asıl paniklettiren şey, daha önce kardeşimin aynı yerden çalınan jetonuydu sanırım. Bir an kendime hakim olamayıp atariye doğru hareketlendim. Baskında olduğumuzu hatırlamama kadar geçen süre o jetonu unuttuğum yerden almak için az, polisin dikkatini çekmeye yetecek kadar çoktu.
— Gel lan!
— Buyur abi?
— Baban biliyor mu atariciye geldiğini?

Babam atariciye geldiğimi bilmiyordu tabii, bir şey diyemedim. Yalan söylemeyecek kadar gururlu bir çocuktum. Diğer yandan, doğruyu söyleyemeyecek kadar da korkuyordum... Ben ne diyeceğimi bilemez halde ıkınırken polis abi, tokadı yapıştırdı; kolumdan tuttuğu gibi de atariciden dışarı attı. Harçlık falan hikaye olmuştu; ağlaya ağlaya apartmanın arkasına gittim.
O tokadı unutamadım bir türlü. O tokat benim Işıklar Askeri Lisesi'ne giriş biletlerimden biri olmuştur. Bir kaç hafta sonra askeri lise ilanlarını görüp, çıkan dedikodulardan da askerlerin polis dokunulmazlığı olduğunu öğrenince karar verdim asker olmaya. Yolda görsem elini öperim; uzun ömürlü olsun, yaşlı ve tonton bir amca olmuştur o polis. Ben ortaokuldayken bile pek genç sayılmazdı zaten. Ben de, o zamanlar şimdiki herif değildim ya! Çocuk aklımla kararımı verdim; asker olup intikamımı alacaktım... Yeminimi ettim, yeminimi gerçekleştirmek için çalışmaya başladım. Tabii, askeri liseye girdikten kısa bir süre sonra intikamdan vazgeçtim. Artık Türk Silahlı Kuvvetlerinin şanlı üniformasını taşıyordum; ona uygun davranmam gerekirdi. Polisi değil, intikamımı unuttum. Yıllar geçti, ordudan da ayrıldım. Orduyu unuttum, orduya neden girdiğimi unutamadım.

Polis beni bir kere dövdü, bir daha unutamadım. Biz polisi, kendi adıyla hatırlamıyoruz; üniformasıyla hatırlıyoruz. o üniformanın içine de onun bize davranışlarını sığdırıyoruz. Ben polisi gördüğümde kendimi güvende hissetmek istiyorum. Oysa İstiklal'e tinercilerden, yankesicilerden çekindiğim için çıkamadığım bir ülkede polisi gördüğümde neden korktuğumu düşünüp duruyorum.

Polisin vurduğu yerde gül bitti. Evet, güzel bir hayatım var, şikayetçi değilim.Ama o gül orada yine de biterdi; olan benim kafamdaki polise oldu.

Büyüklerin vurduğu yerde güller biter mi?

Gül vurunca mı biter? Gülümseyince mi?
Yoksa ikisinde de bir şekilde güller bitiyor mu?