
Cumhuriyet Kitap Kulübü'nün ilk kurulduğu yıldı. Annem, okumayı seviyorum diye beni kulübe üye yaptırmıştı. Hoşgeldin hediyesi, o zamanlar Türkiye'de bulunması zor kalitede baskıya sahip bir Van Gogh albümüydü. Diğer ressamların albümlerini de almak istemiştik; ama mümkün olamamıştı.
Ne okulda, ne de sonrasında resim yapmayı hiç sevemedim. Ama evdeki resim sanatı ile ilgili tek kitap olan Van Gogh albümü her zaman benim için en değerli kitaplardan biri oldu. Van gogh benim tanıştığım ilk ressamdı. Hatta yıllar boyunca tek ressam. Sanat tarihçisi bir kız arkadaşım olana kadar Van Gogh'dan başka bir ressam bilmedim desem yalan olmaz. Diğer yandan, onun bana tanıştırdığı diğer ressamların da beni etkilediklerini itiraf etmeliyim. Sevgilimin resimle ilgili yorumları ve açıklamaları beni resime ne kadar yaklaştırmıştır bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa, resme dair ondan öğrendiğim bir sürü akım, teknik ve isim aklımdan uçup giderken Van Gogh'un hep taze kaldığıdır...
Budapeşte'de Van Gogh Sergisi olduğunu duyduğumda ilk aklıma gelen kulübün gönderdiği albümdü. Ve kardeşimle beraber albümdeki sarı başaklarla dolu tarlaları seyredişlerimiz, başka dünyaların hayalini kurduğumuz o günler... Serginin yerini öğrenmek için konuştuğum tüm macarlar sergi için bilet bulmanın olanaksız olduğunu söylediler. Macar arkadaşlarım benimle birlikte şanslarını denemek istemediler. Belki yeteri kadar ilgileri de yoktu. Aslında, başka bir ressamın sergisi olsa ben de gitmezdim sanırım. Ama Van Gogh başkaydı, ilk gözağrımdı. Ve hatta tek göz ağrım.
Müzenin önüne geldiğimde iki ayrı kapı gördüm, bileti olanlar soldaki kapıyı kullanarak doğrudan içeri giriyorlardı. Diğeri ise bekleyen insanlarla doluydu. Sıraya geçmeden önce, kuyruğun bilet için olup olmadığını sordum. Evet, bu kuyrukta bekleyerek bilet alınabilirdi; ama başka bir gün için. Bekleyenlerin çoğu zaten biletlerini internet aracılığıyla ayırttırmışlardı bile, sadece parasını ödeyip almak ve günü geldiğinde sergiyi gezmek kalmıştı söylediklerine göre. oysa benim zamanım yoktu, hemen girmeliydim. Beklemeye devam ettim. Önümdeki adam Van Gogh'u boşuna beklediğimi tekrar ediyordu; ama müze gerçekten güzeldi, diğer kısımları gezebilirdim ona göre. "Diğer kısımları gezerim o zaman" dedim adamı rahatlatmak için. Gerçekten de, ilgimi Van Gogh kadar çekmeseler de, Pissarro, Monet, Renoir, Rodin, Cezanne, Gauguin ve aklımda tutamadığım bir sürü büyük sanatçının eserleriyle doluydu müze.
Uzun süren bir bekleyişin ardından içeri girebildim. Bilet görevlisi insanların isimlerini alıyor ve onlara daha önceden ayırtılmış biletleri veriyordu. Sıra bana geldiğinde içeri girmek istediğimi söyledim. Beni yalvartmalarını bekliyordum aslında. Yalvarmaya da hazırdım; ama bunun bir Avrupa ülkesinde işe yarayıp yaramayacağından emin değildim. Ama gişe görevlisi başka bir söylememe gerek bırakmadan yanında duran tek bileti bana verdi. Benimle beraber kuyrukta bekleyen insanlar mı yanılıyorlardı, yani bilet almak bu kadar kolay mıydı; yoksa çok mu şanslıydım bilmiyorum. Tek bildiğim, Van gogh'un eserlerine açılan kapının anahtarının elimde olduğuydu.
Bir yanlışlık sonucu bileti bana vermiş olmalarından ve geri isteyeceklerinden korktuğum için hızlıca gişelerden uzaklaşıp, serginin olduğu salona doğru yürüdüm. Müze'nin sıcaklığı 19 dereceye sabitlenmişti. Palto, kaban gibi giyecekler ve elde çantalarla içeri girişe izin verilmiyordu. Üstümdeki ağırlıklardan kurtulmak aslında benim için de iyiydi. Eşyaları vestiyere teslim ettikten sonra, geniş bir holden geçip salonun kapısına geldim. Kapının önündeki son kontrol için biletimi elektronik cihazlarla kontrol ederlerken kalp atışlarım yine hızlanmıştı. Burada da sorun çıkmaması şaşırtıcıydı. Genellikle çok şanslı bir adam olduğumu düşünürüm; ama ne zaman bir şey için çok uğraşsam, çok istesem bir cenabetlik gelir beni bulurdu. Oysa bu sefer öyle olmadı. Bilet kontrolü de bittikten sonra beni akvaryuma benzeyen karşılıklı iki tarafı cam kapılardan oluşan bir küçük odaya soktular. Bir kapı açılırken diğer kapı kapanıyordu. O odada, birbuçuk-iki dakika süren tutsaklığım boyunca hayran hayran insanların eserlere bakışlarını izledim. Bir adım sonrası çocukluk arkadaşımın yanıydı...
Van Gogh'a eserleri aracılığıyla da olsa bu kadar yaklaşabilmek etkileyiciydi. Her bir eserin önünde uzun zaman geçirdim. Resimlere nasıl bakılacağını bilmiyordum. Bilmeye, öğrenmeye de çalışmadım. Birer bütün olarak seyrettim resimleri, öykülerini düşündüm herbirinin. Kendim öyküler yazdım kafamdan. Bütün resimler bitince en başa dönüp bir daha gezdim sergiyi. Herbir resmi yeni görüyor gibiydim. Bunu üçüncü kez tekrarladığımda da aynı durumun nüksettiğini farkettim. Sanki yirmi, yirmibeş dakika önce görmemiştim bu tabloları... Baktığım an resimler kafamda canlanıp bana öyküyle dolu bir pencere açıyor; bununla birlikte diğer resme geçtiğimde bir önceki resmin öyküsü siliniyordu. İşin ilginci, aynı resme geri döndüğümde de beni yeni bir öykü karşılıyordu. Bir tanesi hariç tüm resimler her seferinde farklı ve biribirinden güzel öyküler anlattılar bana.
1884 Tarihli "Pipo İçen Köylü Portresi" hiçbir öykü anlatmadı... Ve ne sergi boyunca, ne de sonrasında aklımdan hiç silinmedi. Tabloların çoğunu olduğu gibi, onu da daha önceden görmüştüm. Peki, o tablo neden diğerlerinden farklı duygular uyandırıyordu bende? Onu özel kılan şeyin ne olduğunu bulmak istiyordum. Üçüncü turun sonunda sadece o resim için geri döndüm. Son baktığım resim o olsun ve eğer bu sefer anlatırsa dinlediğim son öykü onun anlattığı olsun istiyordum. Farklı açılardan uzun uzun seyrettim. Dakikalar geçiyor; ama bir şey olmuyordu. Neydi bu portreyi özel kılan?
İnsanların bu tablonun önünü tamamen boşalttığı bir an tam karşısına geçtim. Köylünün bakışlarıyla benim bakışlarımın kesiştiği anda her şey açıklığa kavuştu. Benim kendi portremdi karşımda duran. Van Gogh tanışmamızdan tam yüz yıl önce beni çizmişti. Resimdeki köylünün yüz hatlarıyla benim yüz hatlarımın arasında olağanüstü bir benzerlik vardı. Ama bundan da önemlisi bu köylü tamamen benim bakışlarımla bakıyordu dünyaya. Kimbilir belki de, ben onun bakışlarıyla bakıyordum. Kesin olan tek şey aynı bakışlara sahip olduğumuzdu.
Resmi incelemeye devam ettim. Aslında artık incelediğim, bir resim değildi. Sanki bir aynada kendimi inceliyordum. O zaman resimdeki diğer detayları ayırtetmeye başladım. Bu karanlık tablodaki aydınlık olan tek şey piponun ateşiydi. Piponun parıl parıl parlayan turuncu ateşi dışında resimde canlı olan hiçbir şey yoktu. Evet, işte ben... Van Gogh sadece portremi değil, hayatımı da çizmişti. Arada sırada çakan kıvılcımlar dışında pek bir canlılık belirtisi olmayan hayatımı... Van Gogh çizimleri arasında kendi portremi bulmak gerçekten çok şaşırtıcıydı.
Biz onunla gerçekten iyi arkadaştık. Belki de, bu yüzden beni asıl şaşırtan bu büyük ressamın çizimleri arasında kendi portremi bulmak olmadı.Asıl şaşırdığım şey onun benim hayatımı benden daha anlatabilmesiydi.
Sanırım onu büyük ressam yapan da buydu...
Ne okulda, ne de sonrasında resim yapmayı hiç sevemedim. Ama evdeki resim sanatı ile ilgili tek kitap olan Van Gogh albümü her zaman benim için en değerli kitaplardan biri oldu. Van gogh benim tanıştığım ilk ressamdı. Hatta yıllar boyunca tek ressam. Sanat tarihçisi bir kız arkadaşım olana kadar Van Gogh'dan başka bir ressam bilmedim desem yalan olmaz. Diğer yandan, onun bana tanıştırdığı diğer ressamların da beni etkilediklerini itiraf etmeliyim. Sevgilimin resimle ilgili yorumları ve açıklamaları beni resime ne kadar yaklaştırmıştır bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa, resme dair ondan öğrendiğim bir sürü akım, teknik ve isim aklımdan uçup giderken Van Gogh'un hep taze kaldığıdır...
Budapeşte'de Van Gogh Sergisi olduğunu duyduğumda ilk aklıma gelen kulübün gönderdiği albümdü. Ve kardeşimle beraber albümdeki sarı başaklarla dolu tarlaları seyredişlerimiz, başka dünyaların hayalini kurduğumuz o günler... Serginin yerini öğrenmek için konuştuğum tüm macarlar sergi için bilet bulmanın olanaksız olduğunu söylediler. Macar arkadaşlarım benimle birlikte şanslarını denemek istemediler. Belki yeteri kadar ilgileri de yoktu. Aslında, başka bir ressamın sergisi olsa ben de gitmezdim sanırım. Ama Van Gogh başkaydı, ilk gözağrımdı. Ve hatta tek göz ağrım.
Müzenin önüne geldiğimde iki ayrı kapı gördüm, bileti olanlar soldaki kapıyı kullanarak doğrudan içeri giriyorlardı. Diğeri ise bekleyen insanlarla doluydu. Sıraya geçmeden önce, kuyruğun bilet için olup olmadığını sordum. Evet, bu kuyrukta bekleyerek bilet alınabilirdi; ama başka bir gün için. Bekleyenlerin çoğu zaten biletlerini internet aracılığıyla ayırttırmışlardı bile, sadece parasını ödeyip almak ve günü geldiğinde sergiyi gezmek kalmıştı söylediklerine göre. oysa benim zamanım yoktu, hemen girmeliydim. Beklemeye devam ettim. Önümdeki adam Van Gogh'u boşuna beklediğimi tekrar ediyordu; ama müze gerçekten güzeldi, diğer kısımları gezebilirdim ona göre. "Diğer kısımları gezerim o zaman" dedim adamı rahatlatmak için. Gerçekten de, ilgimi Van Gogh kadar çekmeseler de, Pissarro, Monet, Renoir, Rodin, Cezanne, Gauguin ve aklımda tutamadığım bir sürü büyük sanatçının eserleriyle doluydu müze.
Uzun süren bir bekleyişin ardından içeri girebildim. Bilet görevlisi insanların isimlerini alıyor ve onlara daha önceden ayırtılmış biletleri veriyordu. Sıra bana geldiğinde içeri girmek istediğimi söyledim. Beni yalvartmalarını bekliyordum aslında. Yalvarmaya da hazırdım; ama bunun bir Avrupa ülkesinde işe yarayıp yaramayacağından emin değildim. Ama gişe görevlisi başka bir söylememe gerek bırakmadan yanında duran tek bileti bana verdi. Benimle beraber kuyrukta bekleyen insanlar mı yanılıyorlardı, yani bilet almak bu kadar kolay mıydı; yoksa çok mu şanslıydım bilmiyorum. Tek bildiğim, Van gogh'un eserlerine açılan kapının anahtarının elimde olduğuydu.
Bir yanlışlık sonucu bileti bana vermiş olmalarından ve geri isteyeceklerinden korktuğum için hızlıca gişelerden uzaklaşıp, serginin olduğu salona doğru yürüdüm. Müze'nin sıcaklığı 19 dereceye sabitlenmişti. Palto, kaban gibi giyecekler ve elde çantalarla içeri girişe izin verilmiyordu. Üstümdeki ağırlıklardan kurtulmak aslında benim için de iyiydi. Eşyaları vestiyere teslim ettikten sonra, geniş bir holden geçip salonun kapısına geldim. Kapının önündeki son kontrol için biletimi elektronik cihazlarla kontrol ederlerken kalp atışlarım yine hızlanmıştı. Burada da sorun çıkmaması şaşırtıcıydı. Genellikle çok şanslı bir adam olduğumu düşünürüm; ama ne zaman bir şey için çok uğraşsam, çok istesem bir cenabetlik gelir beni bulurdu. Oysa bu sefer öyle olmadı. Bilet kontrolü de bittikten sonra beni akvaryuma benzeyen karşılıklı iki tarafı cam kapılardan oluşan bir küçük odaya soktular. Bir kapı açılırken diğer kapı kapanıyordu. O odada, birbuçuk-iki dakika süren tutsaklığım boyunca hayran hayran insanların eserlere bakışlarını izledim. Bir adım sonrası çocukluk arkadaşımın yanıydı...
Van Gogh'a eserleri aracılığıyla da olsa bu kadar yaklaşabilmek etkileyiciydi. Her bir eserin önünde uzun zaman geçirdim. Resimlere nasıl bakılacağını bilmiyordum. Bilmeye, öğrenmeye de çalışmadım. Birer bütün olarak seyrettim resimleri, öykülerini düşündüm herbirinin. Kendim öyküler yazdım kafamdan. Bütün resimler bitince en başa dönüp bir daha gezdim sergiyi. Herbir resmi yeni görüyor gibiydim. Bunu üçüncü kez tekrarladığımda da aynı durumun nüksettiğini farkettim. Sanki yirmi, yirmibeş dakika önce görmemiştim bu tabloları... Baktığım an resimler kafamda canlanıp bana öyküyle dolu bir pencere açıyor; bununla birlikte diğer resme geçtiğimde bir önceki resmin öyküsü siliniyordu. İşin ilginci, aynı resme geri döndüğümde de beni yeni bir öykü karşılıyordu. Bir tanesi hariç tüm resimler her seferinde farklı ve biribirinden güzel öyküler anlattılar bana.
1884 Tarihli "Pipo İçen Köylü Portresi" hiçbir öykü anlatmadı... Ve ne sergi boyunca, ne de sonrasında aklımdan hiç silinmedi. Tabloların çoğunu olduğu gibi, onu da daha önceden görmüştüm. Peki, o tablo neden diğerlerinden farklı duygular uyandırıyordu bende? Onu özel kılan şeyin ne olduğunu bulmak istiyordum. Üçüncü turun sonunda sadece o resim için geri döndüm. Son baktığım resim o olsun ve eğer bu sefer anlatırsa dinlediğim son öykü onun anlattığı olsun istiyordum. Farklı açılardan uzun uzun seyrettim. Dakikalar geçiyor; ama bir şey olmuyordu. Neydi bu portreyi özel kılan?
İnsanların bu tablonun önünü tamamen boşalttığı bir an tam karşısına geçtim. Köylünün bakışlarıyla benim bakışlarımın kesiştiği anda her şey açıklığa kavuştu. Benim kendi portremdi karşımda duran. Van Gogh tanışmamızdan tam yüz yıl önce beni çizmişti. Resimdeki köylünün yüz hatlarıyla benim yüz hatlarımın arasında olağanüstü bir benzerlik vardı. Ama bundan da önemlisi bu köylü tamamen benim bakışlarımla bakıyordu dünyaya. Kimbilir belki de, ben onun bakışlarıyla bakıyordum. Kesin olan tek şey aynı bakışlara sahip olduğumuzdu.
Resmi incelemeye devam ettim. Aslında artık incelediğim, bir resim değildi. Sanki bir aynada kendimi inceliyordum. O zaman resimdeki diğer detayları ayırtetmeye başladım. Bu karanlık tablodaki aydınlık olan tek şey piponun ateşiydi. Piponun parıl parıl parlayan turuncu ateşi dışında resimde canlı olan hiçbir şey yoktu. Evet, işte ben... Van Gogh sadece portremi değil, hayatımı da çizmişti. Arada sırada çakan kıvılcımlar dışında pek bir canlılık belirtisi olmayan hayatımı... Van Gogh çizimleri arasında kendi portremi bulmak gerçekten çok şaşırtıcıydı.
Biz onunla gerçekten iyi arkadaştık. Belki de, bu yüzden beni asıl şaşırtan bu büyük ressamın çizimleri arasında kendi portremi bulmak olmadı.Asıl şaşırdığım şey onun benim hayatımı benden daha anlatabilmesiydi.
Sanırım onu büyük ressam yapan da buydu...

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder