20080124

Van Gogh'un Köylüsü


Cumhuriyet Kitap Kulübü'nün ilk kurulduğu yıldı. Annem, okumayı seviyorum diye beni kulübe üye yaptırmıştı. Hoşgeldin hediyesi, o zamanlar Türkiye'de bulunması zor kalitede baskıya sahip bir Van Gogh albümüydü. Diğer ressamların albümlerini de almak istemiştik; ama mümkün olamamıştı.

Ne okulda, ne de sonrasında resim yapmayı hiç sevemedim. Ama evdeki resim sanatı ile ilgili tek kitap olan Van Gogh albümü her zaman benim için en değerli kitaplardan biri oldu. Van gogh benim tanıştığım ilk ressamdı. Hatta yıllar boyunca tek ressam. Sanat tarihçisi bir kız arkadaşım olana kadar Van Gogh'dan başka bir ressam bilmedim desem yalan olmaz. Diğer yandan, onun bana tanıştırdığı diğer ressamların da beni etkilediklerini itiraf etmeliyim. Sevgilimin resimle ilgili yorumları ve açıklamaları beni resime ne kadar yaklaştırmıştır bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa, resme dair ondan öğrendiğim bir sürü akım, teknik ve isim aklımdan uçup giderken Van Gogh'un hep taze kaldığıdır...

Budapeşte'de Van Gogh Sergisi olduğunu duyduğumda ilk aklıma gelen kulübün gönderdiği albümdü. Ve kardeşimle beraber albümdeki sarı başaklarla dolu tarlaları seyredişlerimiz, başka dünyaların hayalini kurduğumuz o günler... Serginin yerini öğrenmek için konuştuğum tüm macarlar sergi için bilet bulmanın olanaksız olduğunu söylediler. Macar arkadaşlarım benimle birlikte şanslarını denemek istemediler. Belki yeteri kadar ilgileri de yoktu. Aslında, başka bir ressamın sergisi olsa ben de gitmezdim sanırım. Ama Van Gogh başkaydı, ilk gözağrımdı. Ve hatta tek göz ağrım.

Müzenin önüne geldiğimde iki ayrı kapı gördüm, bileti olanlar soldaki kapıyı kullanarak doğrudan içeri giriyorlardı. Diğeri ise bekleyen insanlarla doluydu. Sıraya geçmeden önce, kuyruğun bilet için olup olmadığını sordum. Evet, bu kuyrukta bekleyerek bilet alınabilirdi; ama başka bir gün için. Bekleyenlerin çoğu zaten biletlerini internet aracılığıyla ayırttırmışlardı bile, sadece parasını ödeyip almak ve günü geldiğinde sergiyi gezmek kalmıştı söylediklerine göre. oysa benim zamanım yoktu, hemen girmeliydim. Beklemeye devam ettim. Önümdeki adam Van Gogh'u boşuna beklediğimi tekrar ediyordu; ama müze gerçekten güzeldi, diğer kısımları gezebilirdim ona göre. "Diğer kısımları gezerim o zaman" dedim adamı rahatlatmak için. Gerçekten de, ilgimi Van Gogh kadar çekmeseler de, Pissarro, Monet, Renoir, Rodin, Cezanne, Gauguin ve aklımda tutamadığım bir sürü büyük sanatçının eserleriyle doluydu müze.

Uzun süren bir bekleyişin ardından içeri girebildim. Bilet görevlisi insanların isimlerini alıyor ve onlara daha önceden ayırtılmış biletleri veriyordu. Sıra bana geldiğinde içeri girmek istediğimi söyledim. Beni yalvartmalarını bekliyordum aslında. Yalvarmaya da hazırdım; ama bunun bir Avrupa ülkesinde işe yarayıp yaramayacağından emin değildim. Ama gişe görevlisi başka bir söylememe gerek bırakmadan yanında duran tek bileti bana verdi. Benimle beraber kuyrukta bekleyen insanlar mı yanılıyorlardı, yani bilet almak bu kadar kolay mıydı; yoksa çok mu şanslıydım bilmiyorum. Tek bildiğim, Van gogh'un eserlerine açılan kapının anahtarının elimde olduğuydu.

Bir yanlışlık sonucu bileti bana vermiş olmalarından ve geri isteyeceklerinden korktuğum için hızlıca gişelerden uzaklaşıp, serginin olduğu salona doğru yürüdüm. Müze'nin sıcaklığı 19 dereceye sabitlenmişti. Palto, kaban gibi giyecekler ve elde çantalarla içeri girişe izin verilmiyordu. Üstümdeki ağırlıklardan kurtulmak aslında benim için de iyiydi. Eşyaları vestiyere teslim ettikten sonra, geniş bir holden geçip salonun kapısına geldim. Kapının önündeki son kontrol için biletimi elektronik cihazlarla kontrol ederlerken kalp atışlarım yine hızlanmıştı. Burada da sorun çıkmaması şaşırtıcıydı. Genellikle çok şanslı bir adam olduğumu düşünürüm; ama ne zaman bir şey için çok uğraşsam, çok istesem bir cenabetlik gelir beni bulurdu. Oysa bu sefer öyle olmadı. Bilet kontrolü de bittikten sonra beni akvaryuma benzeyen karşılıklı iki tarafı cam kapılardan oluşan bir küçük odaya soktular. Bir kapı açılırken diğer kapı kapanıyordu. O odada, birbuçuk-iki dakika süren tutsaklığım boyunca hayran hayran insanların eserlere bakışlarını izledim. Bir adım sonrası çocukluk arkadaşımın yanıydı...

Van Gogh'a eserleri aracılığıyla da olsa bu kadar yaklaşabilmek etkileyiciydi. Her bir eserin önünde uzun zaman geçirdim. Resimlere nasıl bakılacağını bilmiyordum. Bilmeye, öğrenmeye de çalışmadım. Birer bütün olarak seyrettim resimleri, öykülerini düşündüm herbirinin. Kendim öyküler yazdım kafamdan. Bütün resimler bitince en başa dönüp bir daha gezdim sergiyi. Herbir resmi yeni görüyor gibiydim. Bunu üçüncü kez tekrarladığımda da aynı durumun nüksettiğini farkettim. Sanki yirmi, yirmibeş dakika önce görmemiştim bu tabloları... Baktığım an resimler kafamda canlanıp bana öyküyle dolu bir pencere açıyor; bununla birlikte diğer resme geçtiğimde bir önceki resmin öyküsü siliniyordu. İşin ilginci, aynı resme geri döndüğümde de beni yeni bir öykü karşılıyordu. Bir tanesi hariç tüm resimler her seferinde farklı ve biribirinden güzel öyküler anlattılar bana.

1884 Tarihli "Pipo İçen Köylü Portresi" hiçbir öykü anlatmadı... Ve ne sergi boyunca, ne de sonrasında aklımdan hiç silinmedi. Tabloların çoğunu olduğu gibi, onu da daha önceden görmüştüm. Peki, o tablo neden diğerlerinden farklı duygular uyandırıyordu bende? Onu özel kılan şeyin ne olduğunu bulmak istiyordum. Üçüncü turun sonunda sadece o resim için geri döndüm. Son baktığım resim o olsun ve eğer bu sefer anlatırsa dinlediğim son öykü onun anlattığı olsun istiyordum. Farklı açılardan uzun uzun seyrettim. Dakikalar geçiyor; ama bir şey olmuyordu. Neydi bu portreyi özel kılan?

İnsanların bu tablonun önünü tamamen boşalttığı bir an tam karşısına geçtim. Köylünün bakışlarıyla benim bakışlarımın kesiştiği anda her şey açıklığa kavuştu. Benim kendi portremdi karşımda duran. Van Gogh tanışmamızdan tam yüz yıl önce beni çizmişti. Resimdeki köylünün yüz hatlarıyla benim yüz hatlarımın arasında olağanüstü bir benzerlik vardı. Ama bundan da önemlisi bu köylü tamamen benim bakışlarımla bakıyordu dünyaya. Kimbilir belki de, ben onun bakışlarıyla bakıyordum. Kesin olan tek şey aynı bakışlara sahip olduğumuzdu.

Resmi incelemeye devam ettim. Aslında artık incelediğim, bir resim değildi. Sanki bir aynada kendimi inceliyordum. O zaman resimdeki diğer detayları ayırtetmeye başladım. Bu karanlık tablodaki aydınlık olan tek şey piponun ateşiydi. Piponun parıl parıl parlayan turuncu ateşi dışında resimde canlı olan hiçbir şey yoktu. Evet, işte ben... Van Gogh sadece portremi değil, hayatımı da çizmişti. Arada sırada çakan kıvılcımlar dışında pek bir canlılık belirtisi olmayan hayatımı... Van Gogh çizimleri arasında kendi portremi bulmak gerçekten çok şaşırtıcıydı.
Biz onunla gerçekten iyi arkadaştık. Belki de, bu yüzden beni asıl şaşırtan bu büyük ressamın çizimleri arasında kendi portremi bulmak olmadı.Asıl şaşırdığım şey onun benim hayatımı benden daha anlatabilmesiydi.


Sanırım onu büyük ressam yapan da buydu...

20080122

Abdülrezzak


Adıyaman'da yerel Fırat gazetesi sahibi Hacı Boğatekin yazdığı bir yazı nedeniyle gözaltına alındı. Savcının gazeteciye attığı fırça ise çok ilginç.
Adıyaman'ın Gerger ilçesi Cumhuriyet Savcısı Sadullah Ovacıklı'nın, Fethullah Gülen'in cemaatine de değinen bir yazısı nedeniyle Gerger Fırat Gazetesi sahibi Hacı Boğatekin'e, "Sen milyonların saygı duyduğu Fethullah Gülen'e Feto diyemezsin. İkinci sayında özür dile, yoksa seni fena yaparım" dediği ileri sürüldü.
Gazetenin 4 Ocak 2008 tarihli sayısında yayımlanan "Feto ile Apo" başlıklı başyazı nedeniyle dört gün sonra Gerger Cumhuriyet Başsavcılığı'nca göz altına alınan gazeteci, savcı Ovacıklı'nın tutuklama talebine rağmen gönderildiği Gerger Sulh Ceza Mahkemesi'nce tutuksuz yargılanmasına karar verilerek serbest bırakıldı. Hacı Boğatekin'in dosyası Adıyaman Savcılığı'na gönderildi.
http://www.medyafaresi.com/?hid=10315&cid=3



Okulda “Abdülrezzak” isimli bir arkadaşımız vardı. Adını hiç sevmezdi, gidip mahkemeye başvurdu. Mahkeme bitip de okula döndüğünde adeta sevinçten uçuyordu. Hiç sevmediği adından kurtulduğunu duyurdu bize ve bundan sonra sadece yeni adını kullanmamızı istedi. Ağzından eski ismi kaçıranlara bozuk attı uzun süre.

İnsanlara onların hoşlanmadığı isimleri takmanın, onlara gerçek isminden farklı isimlerle hitap etmek doğru bir davranış olmasa da böyle bir durumu ortaya çıkartan iki taraf vardır. Birincisi takma isim bulanın baktığı pencere, ikincisi isim takılanın baktığı pencere.

“Feto” sözcüğü bir sözcük olarak “Fethullah” sözcüğünün ifade edemediği bir şeyi ifade ediyor mu? “Feto” bir sözcük olarak “Fethullah” ismindeki kişiye yakıştırılan sıfatlardan soyutlanmış halinden fazlası mı? Zaten asıl da sorun da, “Feto” ile “Fethullah” arasındaki seçimden kaynaklanmıyor sanki...


Seyredenler bilir, Geleceğe Dönüş serisinin ilk filmininde bir sahne vardır. “Film”, Griff isimli irikıyım karakterin kahramanımız Marty’ye “tavuk” demesiyle kopar. Aslında, Marty’nin filmi koparmasının asıl sebebi kendisine “tavuk” denmesi değildir; tavukluğunun yüzüne vurulmasıdır. Bilen bilir, Marty korkak bir adamdır ve film de aslında bunun üzerinden gelişir. Marty sürekli meydan okur.Ama en çok meydan okuduğu kendi tavukluğudur...

Fethullah Gülen’e takılan isim güzel olmayabilir. Beğenen olur, beğenmeyen olur.Asıl soru, kim, neye, neden meydan okuyor? Elimizde bir tek Feto sözcüğü mü var? Hiç sanmam... “Fethullah” ve “Feto” sözcükleri arasında farkı birileri özetlemiş:
- Hocaefendi Hazretlerine Feto diyemezsin...


Yani asıl olay “hocaefendi hazretleri” kısmında kopuyor. Fethullah’ı feto yapınca, ne hocaefendilik kalıyor; ne de hazretlik... Öfkenin asıl sebebi ismin kısalmasından çok, sıfatlarının uçması olabilir mi?Çocukken ben de adımı beğenmeyip değiştirmek istemiştim. Annem, “ismin sana anlam vermesin, sen ismine anlam ver” demişti...

Bir isim kendi başına anlam üretemiyorsa, ona sıfatlar ekleyebiliriz. Kendi başına anlamı yakalayamayanlar o sıfatlara tutunurlar. Hem “hazır” verilmiş anlamlar varken, anlamı yeniden üretmeye ne gerek var? Sesinizin olduğundan çok çıkmasını mı istiyorsunuz? Bu durumda, adınız söylediklerinizi anlatmaya yetmiyor olabilir. Bu aslında sizin söylemlerinizin içini dolduramamanızdan olsa da, önemli değil. Söylemlerinizin altını dolduramıyorsanız da işiniz hallolur. Adının arkasına önüne sıfatlar, ünvanlar yığın. Göreceksiniz ki, adı değişenin sözlerinin ağırlığı da değişiyor. Hafif düşüncelerinin altına ünvan bağlayanların söyledikleri bazı insanlar için ağırlaşır çünkü... Dersinize iyi çalışırsanız, adınız öyle bir hale gelebilir ki, sizin adınızı, ünvanınızı sizin adınıza başkaları takip eder.

Bunlar dışında “Fethulah” ile “Feto” arasında algılayandan kaynaklanan bir fark vardır, başka da bir fark yoktur...

Bizim arkadaş da mahkemeye gitmişti nihayetinde...“Abdülrezzak” olan ismini mahkeme kararıyla “Rızkı” olarak değiştirmişti!

Polisin Vurduğu Yerde Gül Biter

Orta ikinci sınıftaydım. Haftalık harçlığımı hafta sonuna kadar saklamış, sonra da tamamını bir ataricide iki jetona yatırmıştım. O zamanlar atarinin üzerine jeton dizmek modaydı. Haznenin hemen yanına dizilen jetonlar sırada bekleyenlere, "Daha benim oyunum sürecek, aradan oyuna girme" mesajı verirdi. Oyun makineleri aynı ekranda iki kişinin oynayabileceği şekilde tasarlanmıştı. Oynayanın son canı kaldığında başlayacağı oyundan bir canını feda edebilen girer o sırada oynayanın son kalan canını feda ettiğiyle bitirir ve oyuna yalnız devam ederdi. İlk jetonun sonlarına doğru heveslenenleri görünce ben de avucumda tuttuğum diğer jetonu koydum haznenin yanına.

Birden içeride bir kaynaşma oldu. Bağrışmalar derken anladık ki polis basmış atariciyi. Aslında, polis ataricileri sadece okulun açık olduğu saatlerde basardı. İçerideki çocukları, "Gidin derslerinize girin! Bir dahakine babanıza söylerim" diye korkuturdu. Hafta içi atariciye o yüzden gitmezdim. Oysa mahalledeki çocukların yarısı polis baskınına bir kaç kere uğramıştı. Bu benim ilk baskınım oluyordu.

Daha önceki baskınlardan tecrübeli çocuklarla beraber duvarın dibinde sıraya geçtim. Diğer çocuklar rahattı, bir şey olmayacağını biliyorlardı. Ben de onlara uyup rahat davranmaya çalıştım. Polis atariciyi paylıyordu ki, gözlerimizi kaçırdık. Ne olduysa o zaman oldu işte. Gözüm oyunlardan birine takılıverdi. Bu baskın faslı bitince o oyunu oynamak güzel olacaktı. O arada eski oyunumu düşündüm, acaba son canım hala bitmemiş olabilir miydi? O da ne! Kimse yaklaşmasın diye haznenin yanına koyduğum jetonu orada unutmuşum. Haftalığımın yarısı baskın heyecanında koyduğum yerde unutmuştum. Beni asıl paniklettiren şey, daha önce kardeşimin aynı yerden çalınan jetonuydu sanırım. Bir an kendime hakim olamayıp atariye doğru hareketlendim. Baskında olduğumuzu hatırlamama kadar geçen süre o jetonu unuttuğum yerden almak için az, polisin dikkatini çekmeye yetecek kadar çoktu.
— Gel lan!
— Buyur abi?
— Baban biliyor mu atariciye geldiğini?

Babam atariciye geldiğimi bilmiyordu tabii, bir şey diyemedim. Yalan söylemeyecek kadar gururlu bir çocuktum. Diğer yandan, doğruyu söyleyemeyecek kadar da korkuyordum... Ben ne diyeceğimi bilemez halde ıkınırken polis abi, tokadı yapıştırdı; kolumdan tuttuğu gibi de atariciden dışarı attı. Harçlık falan hikaye olmuştu; ağlaya ağlaya apartmanın arkasına gittim.
O tokadı unutamadım bir türlü. O tokat benim Işıklar Askeri Lisesi'ne giriş biletlerimden biri olmuştur. Bir kaç hafta sonra askeri lise ilanlarını görüp, çıkan dedikodulardan da askerlerin polis dokunulmazlığı olduğunu öğrenince karar verdim asker olmaya. Yolda görsem elini öperim; uzun ömürlü olsun, yaşlı ve tonton bir amca olmuştur o polis. Ben ortaokuldayken bile pek genç sayılmazdı zaten. Ben de, o zamanlar şimdiki herif değildim ya! Çocuk aklımla kararımı verdim; asker olup intikamımı alacaktım... Yeminimi ettim, yeminimi gerçekleştirmek için çalışmaya başladım. Tabii, askeri liseye girdikten kısa bir süre sonra intikamdan vazgeçtim. Artık Türk Silahlı Kuvvetlerinin şanlı üniformasını taşıyordum; ona uygun davranmam gerekirdi. Polisi değil, intikamımı unuttum. Yıllar geçti, ordudan da ayrıldım. Orduyu unuttum, orduya neden girdiğimi unutamadım.

Polis beni bir kere dövdü, bir daha unutamadım. Biz polisi, kendi adıyla hatırlamıyoruz; üniformasıyla hatırlıyoruz. o üniformanın içine de onun bize davranışlarını sığdırıyoruz. Ben polisi gördüğümde kendimi güvende hissetmek istiyorum. Oysa İstiklal'e tinercilerden, yankesicilerden çekindiğim için çıkamadığım bir ülkede polisi gördüğümde neden korktuğumu düşünüp duruyorum.

Polisin vurduğu yerde gül bitti. Evet, güzel bir hayatım var, şikayetçi değilim.Ama o gül orada yine de biterdi; olan benim kafamdaki polise oldu.

Büyüklerin vurduğu yerde güller biter mi?

Gül vurunca mı biter? Gülümseyince mi?
Yoksa ikisinde de bir şekilde güller bitiyor mu?

20080121

Varoluş Vakumu

Marx ve Engels tarafından 1948 yılında kaleme alınan Komünist Manifesto'da, “Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve sonunda insanlar, ciddi olarak kendi yaşam koşulları ve diğer insanlarla olan ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyorlar.” yazar.

Ayağımızın altındaki zeminin sürekli kaydığı bir dünyada yaşıyoruz. Varlığımızla, doğamızla ve değerlerimizle olan bağımızı koparıyoruz. Hayat özünü kaybediyor. Ve sanırım, “anlam” üzerine konuşmak en çok böyle bir durumda anlamlanıyor, anlamlı oluyor.

Bir bardağa bakıp, onun boş olduğunu söyleyen kişi aslında bardağın, içinde olmasını beklediği sıvıdan yoksun olduğunu anlatmaktadır. Peki ya, hayatım boş diyen kişi?Hayat, bir anlamı olmadığı zaman boştur.

“Varoluş Vakumu, yirminci yüzyılda yaygın bir olgudur. Bu, insan soyunun gerçek anlamda insan olduğu zamandan beri uğradığı iki kaybın sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İnsanlık tarihinin başlangıcında insanoğlu, hayvan davranışlarını yönlendiren ve kendisini güvene almasını sağlayan temel hayvansal içgüdülerinin bazılarını yitirmiştir. Bunun sonucunda insan, o zamandan beri, duruma göre tercihler yapmak, karar vermek zorundadır. Buna ek olarak insan, gelişiminin daha sonraki dönemlerinde, davranışlarına temel olan geleneklerini de hızla kaybetmeye başlamıştır. Artık içgüdüler ona ne yapılacağını söylemediği gibi, gelenekler de ne yapması gerektiğini söylememektedir. Bazen, kendisi dahi ne yapmak istediğini bilmiyor. Bunun yerine, ya başkalarının yaptığını yapmak (konformizm) ister, ya da başkalarının ona yaptırmak istediğini (totalitarizm) yapar.” diyor Viktor Frankl.

Çağımızın insanı, kendisinde hissettiği içerik eksikliği nedeniyle, can sıkıntısı ve keder arasında sıkışıp kalıyor. Sonuçta anlam arzusunun hüsrana uğramasıyla yüzeye çıkan varoluş boşluğu, güç arzusu, para arzusu, zevk arzusu, hatta cinsellikle telâfi olarak kendini gösteriyor.
Hayatının anlamının kaybedildiği durumda, ilişkilerimiz ve hayatla kurduğumuz bağ derinlikten yoksundur. Anlamsızlık ve boşluk hayatlarımız için en önemli belirleyendir. Bunlara yalnızlık eşlik eder. Varolmanın yolu yalnız kalmamaktır. Talep edilen olmak insanı yalnız kalmaktan kurtarır ve talep edilmek ise iyi pazarlamayı gerektirir. Aranan kişi olmak için tavırlarımızı şekillendirirken aslında olmadığımız kişilere dönüşmeye başlarız. Daha çok talep edilen oldukça, boşluk daha da büyür. En popüler insanların yalnızlıktan en çok şikayetçi olan kişiler olması bir tesadüf olmamalıdır. Andre Gide, “Kendilerini yalnız kalmış bulmaktan korkan insanlar, kendilerini hiç bulamazlar” der. Yalnız kalmaktan korkarak ilişkilere girmek bizi aslında beraber olmak istemeyeceğimiz kişilerle ilişkiler kurmaya yönlendirir. İlişkilerimiz hızla ilişkisizliğe dönüşür. İngiliz oyuncu Dame Edith Evans'ın, yaşlılık yıllarında tek başına yaşarken kendisiyle görüşmeye gelen bir gazeteciye söylediği, “There is a difference between loneliness and aloness” sözleriyle yalnız olmak ve yalnız kalmanın biribirinden farklı durumları ifade ettiğini ortaya koyar. Camus aynı durumu, “Solidaire(dayanışmacı)” ve “Solitaire(yalnız)” sözcükleriyle oynayarak ifade eder. Birlikte hareket edebilen kişi yalnız değildir.

Can sıkıntısı ve durgunluk ile ortaya çıkan bu boşluk vakumun kaynağıdır. Birey, ne yapmak istediğini bilemez. İstediğini yapabileceği, özgür zamanlarında yapabileceği pek fazla şey yoktur. Kendine ve dünyaya inançsız bir biçimde bakar, yönünü belirlemekte zorlanır ve yaptıklarının amacını sorgular. Varoluşunun anlamını bulamayan birey, ortaya çıkan ve vakum yapan bu boşluğu sürekli bir şeylerle doldurma eğilimindedir. Moda, astroloji, diyetler, madde kullanımı, seks, gece hayatı, estetik operasyonlar, güç, para, iktidar, politika, vs. ile bu boşlukları doldururuz. Ancak hiçbir zaman bu boşluk tamamen dolmaz. Ve boşluk içine ne atarsak atalım daha fazlasını ister. Ve bizler de bu boşlukla sürekli olarak yeniden yüzleşiriz.

Varolmak aslında zaman içine yayılan bir süreci ifade eder. Olmak ve olmaya devam etmek. Gelecek kaygıları, olmak ile yapmanın yer değiştirmesine sebep olabilir. Hayatına dair gerçek bir ana planı olmayan kişinin yaptıkları boşluğu doldurmaktan uzaktır ve onu tatmin etmez. Ana plan olmayınca etkinliklerimiz birer ana plana dönüşürler. Hayatımıza anlam verir gibi görünürler. Birer parça anlam kattıkları doğru olsa da; hayatı bir bütün olarak anlamlandırmaktan uzaktırlar.

Geriye dönüp yazdıklarıma bakınca, bu açıklamaların hayatın anlamının ne olduğuna işaret etmekten çok ne olmadığına işaret ettiğini görüyorum. Peki, nedir hayatın anlamı? Varoluş Vakumu'nu ortaya koyan Viktor Frankl sorunun cevabını bir net cevap olmadığını ifade ederek veriyor. Frankl, hiç kimsenin bir diğer kişi için bu soruya cevabı olmadığını söylüyor. Sorunun cevabını bir usta satranç oyuncusuna satrançta en iyi hareketin ne olduğunu sormaya benzetiyor. Cevap ise kimin kimle oynadığına, tahtadaki taşların durumuna ve birçok başka faktöre göre değişir...

Varoluş Vakumu ile ilgili söyleyebileceğim sözler bitmek üzereyken, özrümü de burada ortaya koymak gerektiğini düşünüyorum. Buraya yazdıklarımı konunun uzmanı olmayan birinin yazdığını itiraf etmeliyim. Yazdıklarım, okuduklarımdan aklımda kalanların yazıya dökülmesinden ibarettir. Konunun detaylarını merak edenler Viktor Frankl'ın “İnsanın Anlam Arayışı” isimli kitabından başlayabilirler. Kitabı okumak için bulamadığımı da itiraf etmeliyim. Referans olarak verdiğim kitabı okuyabilmeyi ben de çok istiyorum. Ancak, bir kopyasını bulabilmek mümkün olmadı benim için.

Hayatı ve boşluğu çok iyi ifade ettiğini düşündüğüm bir duvar yazısını Engin Geçtan'dan alıntı yaparak aktarıyorum:

“Hayat boştur; ama içine sıçınca dolar.”

Servet-i Fünun'da Düş(üş): Yeni Zelanda

“Yeşil Yurt” ideali Servet-i Fünun Dergisi’nde toplanan ve yine aynı isimle anılan akımın önde gelen temsilcileri tarafından ortaya konulmuştur. Başlangıçta uzak diyarların özlemi olarak ortaya çıkan bu düşünce somut olarak bir yer ile ilişkili değildir. Bu özlem ilk olarak Tevfik Fikret’in Hüseyin Cahit ile birlikte Dr. Esad Paşa’yı ziyaret ettiği bir günde filizlenir. Sohbet’in konusu her zamankinden farklı değildir: “İstibdat”. Çare, İstanbul’dan topluca göç etmektir. Başlangıçta, nereye ve nasıl gidileceğine ilişkin bir düşünce yoktur. Tevfik Fikret, Mehmet Rauf’tan gidilebilecek yerler konusunda araştırma yapmasını ister. Aynı zamanda bahriye yüzbaşısı olan Mehmet Rauf’un çeşitli ülkelerin deniz subayları ile arkadaşlığı olduğu bilinmektedir. Yeni Zelanda fikri de ilk olarak görüştüğü İngiliz Donanması’na bağlı Imogene gemisinin süvarisi olan Kaptan Bain’in o sıralar göçmen kabul eden Yeni Zelanda’dan bahsetmesi ile ortaya çıkar. Bain, onlara Yeni Zelanda’nın aradıkları hayat için uygun olduğundan bahseder ve bir takım broşürler verir. Broşürlerin Mehmet Rauf tarafından tercüme edilmesi ile birlikte “Yeşil Yurt” özleminin artık bir nesnesi de vardır. Bu olaydan “Yeşil Yurt Hikayesi” adlı yazısında, Mehmet Rauf şöyle bahseder:
“Captain Bain b teşebbüsümüzü alkışla karşıladı:
“Azizim Rauf,” dedi. “İngiltere’de muhaceret için bugünlerde herkes bilhassa Yeni Zelanda’ya gidiyorlar. Orası gayet mümbit ve mahsuldar, iklimi ab ü havası pek latif bir yerdir. Eğer istersen sana muhaceret heyetleri için neşrolunan rehberlerden getirteyim. Okur, tetkik eder, ona göre karar verirsiniz.”

Servet-i Fünuncuların Yeşil Yurt hayali kurmalarının temelinde o dönemin şartları yatmaktadır. Akımın üyeleri bireyselliği ve sanatı ön plana çıkaran edebiyatçılardı. Eserlerinde ortak özellik olarak karamsarlık ve içe kapanıklık görülmektedir. Bununla birlikte biribirilerine çok bağlıydılar ve kişisel farklılıkları olsa da bir ortak duruş gösteren sanatçılardı. Hüseyin Cahit bu bağı “Ülkü!” olarak niteliyor, “Yüce bir sanat ülküsü, yurt ülküsü!” Bu ortak duruşun temelindeki en baskın sebep olarak devrin siyasi ortamıdır. Dönem, II. inci Abdülhamid dönemidir. Ülke içeriden ve dışarıdan büyük bir baskı altındadır. 1876 yılında parlamento feshedilmiştir, “İstibdat” dönemi sürmektedir. Dönemin, baskıcı siyasi atmosferi sanatçıları bunaltmaktadır. Hüseyin Cahit anılarında durumdan “Hafiyelerle, sansürcülerle, sürgünler ve baskılarla çevrili bu yaşam içinde vicdanca rahat bir dakika geçirmek pek zordu” diye bahseder. Aydınlar, bu karanlık dönemi önceleri sadece padişahın eseri olarak görmekte, padişahın ve padişahın şahsında rejimin değişmesiyle sorunların hallolacağını kurgulamaktaydılar. Yeşil Yurt girişimi temelde bir çeşit gerçeklerden kaçıştır. Onlar aydınlık bir dünyanın hayalini kurarken, gerçek dünya tüm ağırlığıyla omuzlarındadır. Mehmet Rauf, “Yeşil Yurt Hikayesi” isimli yazısında, “Her gün menfur tecelliyatına şahit olduğumuz saray şenaatleri bizi zehirliyor, artık burada yaşamayı imkansız hale getiriyordu” der. Hüseyin Kazım Kadri de aynı konuya hatırlarında, “Yanıp tutuşuyorduk. Fakat ne yapacağımızı da bilemiyorduk. Nihayet, yine Fikret bir çare buldu: bu memleketten hicret etmek!” demektedir. Hüseyin Cahit Yalçın oraya eşleri ile birlikte gidip sosyalist bir cemaat olarak yaşayacaklarından, mülkiyetin olmayacağından bahsederken biribilerine karşı kardeşçe yaklaştıklarını anlatır. Bir makalesinde gidilecek yerin adını verir:“Memleketi terk edip Nouvelle Zelanda adasına gidecektik.”

Fikre kendilerini tamamen kaptırmışlardır. Hatta aralarında fikir ayrılıkları da baş gösterir. Hüseyin Cahit, edebi hatıralarında Tevfik Fikret ile aralarında geçen tartışmayı şöyle anlatır:Nuvelzeland teşebbüsünde yalnız bir noktada Tevfik Fikret ile aramda bir ihtilaf çıkıyordu. Fikret, ilelebet adada yerleşmek ve hiç memlekete dönmemek fikrinde idi. Ben:
- Hayır, diyordum. Abdülhamid ölür de memlekette meşrutiyet teessüs ederse Nuvelzeland’da kalamam, mutlaka buraya dönerim!Fikret bunu oyunbozanlık addederek kızıyordu. Hele o zaman gelsin düşünürüz diye bu ihtilafın halini ileriye bırakıyorduk.

Hüseyin Kazım Kadri Yeni Zelanda hayalini anlatırken projenin maddi gereklerine değinir. Göç için gerekli parayı Esad Paşa sağlayacaktır. Paşanın Ankara’da ailesine ait bir çiftliği vardır. İki günde ancak gezilebilen bu çiftliğin satışından gelen para Yeni Zelanda’ya gidecek Türk kolonisinin sermayesini oluşturacaktır. Hüseyin Cahid ve Hüseyin Kazım Kadri keşif için adaya gidecek ve oradan gelecek bilgiler ışığında proje hayata geçirilecektir. Onun için “Hayatı-ı Muhayyel” olan projeden bahsederken, “Oradaki her şey, hatta sema bile yeni idi” der.

Yeşil Yurt hayalini kuran edebiyatçılar içinde akımın en güçlü ve en kıdemli ismi olan Tevfik Fikret başı çekmektedir. Mehmed Rauf, Hüseyin Kadri, Dr. Esad Paşa, Hüseyin Cahit, Süleyman Nesip, Ahmet Hikmet Müftüoğlu da bu hayali kuran edebiyatçılar arasındadırlar. Halid Ziya Uşaklıgil yazılarında Seylan Adası’nın ismini vererek bu hayale değinmiş olmakla beraber hayale dahil değildir. O, bu hayalden Tevfik Fikret’i suçlayarak bir çeşit kendini aldatma olarak bahseder. Kırk yıl adlı hatırasında şunları yazar:Hüseyin Cahid’in “Hayat-ı Muhayyel” kitabile edebiyat cihanında daima hazaretini muhafaza edecek olan Yeşil Yurd herkesçe bilinen bir hulya yuvasıdır. O zaman yaşayabilmek için mevcudiyetini mutlaka bir ümide bağlamak ihtiyacında olan ve nihayet bütün manasile bir şair olan Fikret için bu hulyanın adeta maddiyet, fi’liyet kesbetmiş bir hakikat kuvvetini almasına hiç şaşmamıştık; fakat bunun peşine aramızdan başka takılanlar da olduğuna bakınca, ben kendi kendime, acaba onu oyalamak, hayalinde açılan ümid dünyasını söndürecek bir hakikat nefesi üfürmüş olmamak için mi mümaşat ediyorlar diye düşünür, ve nihayet müşvik bir dostluk demek olan bu iğfali ma’zur, hatta makbul bulurdum. Nihayet anlaşıldı ki onun sekri havasının intişarı dairesine girerek onlar da sarhoş olmuşlardır.

Dr. Esad Paşa’nın Ankara’dan eli boş dönmesi Yeni Zelanda hayaline asıl darbeyi vurur. Çiftlik için alıcı çıkmamıştır. Yeni Zelanda’ya topluca göç hayali suya düştükten sonra Hüseyin Kazım Kadri, Manisa’nın sarıçam köyü’ndeki arazisine bir çiftlik yaptırarak Yeşil Yurt’u burada kurmayı teklif eder, gereken parayı da Dr. Esad Paşa yerine kendisi karşılayacaktır. Tevfik Fikret bu hayale de yürekten sarılır. Hatta oraya yapılacak köşkün planlarını dahi çizer. Hüseyin Cahid, yeni yeri araştırmak için görevlendirilir, İstanbul’dan kaçak olarak yola çıkarak maceralı bir yolculukla yeni yeri keşfe gider ve oradan iyi haberlerle döner. Anlaşmazlıklar sonucu oraya da gidilemez. Yeşil Yurt, Servet-i Fünuncular için bir hayal olarak kalacaktır...

Notlar: bu metni derlemek için birçok kaynaktan faydalandım. Hepsinin adını tek tek vermeyeceğim. Metinde zaten dönemin edebiyatçılarının yazdıkları, eser isimleri ile birlikte vardır. Ancak tüm kaynaklar arasında ağırlığı diğerlerinden fazla olan Rahim Tarım’ın ismini vermeden geçemeyeceğim. Konuyla ilgili okuduğum ilk makale kendisine aittir. Metin Kitap-lık Dergisi'nin Nisan 2006 tarihli 93'üncü sayısında, "Yeşil Yurt" adlı dosyada da bulunabilir. http://www.ykykultur.com.tr/kitaplik/93/main.html

Detaylarla ilgilenmek isteyenler için makalenin sonunda geniş bir kaynakça da mevcuttur:
Rahim Tarım, Servet-i Fünun edebî topluluğu'nda Yeşil Yurt Özlemi", Mimar Sinan Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Dergisi Sayı:2, İstanbul 1995, S. 185-203

Işıklar Askeri Lisesi

Amcam anlatırdı... Her sabah boru trampet takımı, okulun öğrenci parkının üstündeki düzlüğe çıkar, kız lisesinin yatılıları için kalk borusu çalarmış. O zamanlar kardeş okulları Bursa Kız Lisesi'ymiş. Zamanla, kardeşler biribirilerine kardeşçe yaklaşmayı bırakmışlar, kardeşlik bozulmuş. Bir sürü öykü vardı o kardeşliğin nasıl bozulduğuna dair. Hiçbiri iyi öyküler değildi ama. Bütün aşklar gibi, sonu hüsran olmuş Kız Lisesi Işıklar aşkının. Öyküler de, o hüsranın bahanelerinden ibaretti...

Amcamlar zamanında okulun adı Bursa Askeri Lisesi'ymiş. "BAL Çocukları" dermiş Bursalılar onlara. Okulun adı ne zaman değişmiş şimdi hatırlamıyorum. İsmin değişmesine dair de bir sürü öykü vardı. Bana en güzel gelen, Uludağ’ın eteklerindeki okulun adının geceleri karanlığın içinde ışıl ışıl parlamasından gelmesidir. Sonraları o okul bulunduğu semte de kendi ismini vermiş, "Işıklar".

Amcamların harici elbiseleri, hakim yakalı haki bir ceket ve beyaz palaskadan oluşurmuş. Bizim zamanımızda, lacivert ceket ve gri pantolonlar vardı. Kolej çocuklarına benzerdik o halimizle. İstanbul'a bir geldiğimde Kadıköy Anadolu Lisesi'ne gitmiştim. Hava yağmurluydu, sivil bir yağmurluk geçirmiştim üstüme. Şapkayı çıkardığımda anadolu lisesi öğrencilerinden bir farkım kalmamıştı. Kantinde çay içerken bir kız yanıma geldi. Hayretler içerisinde kalmıştım kızın kendiliğinden sohbet açmasına. Yağmurluğumun önünü açana kadar devam etti sohbetimiz. Kız, ceketimdeki işaretleri, kordonları görünce izin isteyip gitti. Arkasından bakakaldım yüzünü hala unutamadığım o kızın...

Bizim zamanımızda hakim yakalı haki üniformalar sadece dahili kıyafet olarak giyilirdi. Dar yakalar mutlaka kopçalanmalıydı, zorunluydu bu. Hareketlerimizi engellerdi o kopçalar, nefes almak zor olurdu. Akşam etütlerinde dayanamayıp açardık kopçaları. Bazen unutup koridora öyle çıkardık. Üst sınıflar görünce bütün düğmelerimizi koparır tekrar dikip, onları görmemiz için süre verirlerdi. Bazıları diktiğimiz düğmeleri beğenmez tekrar koparır, tekrar dikmeye gönderirdi. Aynı düğmeyi üç-dört kere dikip abilere göstermeye gittiğim zamanlar olmuştur. Üst sınıflar subaylardan daha çok binerdi tepemize...

Amcamın kız arkadaşı da benimki gibi Bursa Kız Lisesi’nde okurmuş. O zamanlar şimdiki gibi cep telefonları yok, telefon bile yok ki... Bizim zamanımızda ankesörlü telefon vardı; ama telefonla konuşmak pek kolay değildi. Aşağı yukarı, her üçyüz kişi için bir telefon vardı okulda. Biz kız arkadaşımla her hafta sonu ayrılırken, amcamın yıllar önce kız arkadaşıyla yaptığı gibi, bir sonraki hafta sonu nerede ve saat kaçta buluşacağımızı kararlaştırırdık.

Amcam, Ankara’ya giderken, "Beni bekle" demiş sevgilisine. O da beklemiş. Amcam Harbiye’den mezun olunca ilk işi gidip yengemi babasından istemek olmuş. Benim kız arkadaşım Namazgah'ta otururdu. O zamanlar deliler gibi aşıktım ben ona, şimdi düşününce garip geliyor. Evlenecektik, “yeşil panjurlu ev” hayallerimiz vardı... Mezuniyet gecesi, kutlama için Kültürpark'ta Bambi Bar'a gittik. Sevgili olarak son görüşümdü onu. Ayrılırken ağlaştık; "Bekle beni" diyemedim. Harbiye’ye Ankara’ya gittim. O da bir kaç yıl sonra üniversiteyi kazanıp geldi. Ama artık çok sular akmıştı köprülerin altından. Ankara'da Adanalı bir sevgilisi oldu. Okul biter bitmez evlendiler. İki seneyi geçti son görüştüğümüz. İsviçre’de yaşıyorlardı. Çocuklarını tatilde dayılarının, yani benim yanıma göndereceğini söylemişti. Lise aşkımın beni çocuklarının dayısı yapması çok da şaşırtıcı değildi. Bir defa elini tutabilmiştim, o da Bambi'deki son gecemizde...
Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı gelecekti. Karşılamaya çıkacak astsubay bandosunun bateristi hastaneye kaldırılmış. Okuldan yeni mezun olmuştu, benden birkaç yaş büyüktü o astsubay. Bateri öğretmenimdi. Ben de öğrenci bandosunda bateristtim. Onun yokluğunda beni yataktan alıp üzerime bir bando astsubay kıyafeti geçirdiler. Sabahın kör vakti çıktık komutanı karşılamaya. Bursa nasıl soğuk, Uludağ’ın eteklerine yağıyor; biz o yağan karın altında bekliyoruz. Saatler geçti, komutan yok... Önce, ellerim çatlamaya başladı. Sonra, o çatlaklardan kan sızmaya... Bagetleri tutamıyordum, komutan gelse nasıl çalardım bilmiyorum. Gelmedi komutan, biz Selamsız Bandosu'na döndük.

Okula başladığım günü unutmuyorum. Babamla gitmiştik okula. Beni, elime iki torba verip bir kabine soktular. Birini gösterip, “Üstündeki ne var ne yok çıkar, bu torbaya koy” dediler. Kabinde anadan doğma soyundum. O torbaya çıkardıklarımı koyup, diğer torbadakileri giydim. Yeni iç çamaşırları, yeni çoraplar, üniforma ve ayakkabılar verdiler. Artık, her şeyi okulu verecekti. Yiyecek, giyecek, yemek, yatak. Ve de eğitim tabi... Değiştiriverdim üstümü bir çırpıda. Bundan sonra, sivil iç çamaşırı bile yasaktı. Üzerime de ilk dahili üniformamı geçirdim. 1.62'ydi boyum okula girerken, boyumun hızlı atacağını düşünerek verdikleri üniforma çuval gibi olmuştu üzerimde. O pantolonla ceket sonradan da küçük gelmeye başladı. Bir fotoğraf çekildik babamla, üzerimde yeni üniformalarım. Ardından babama, "Artık gitme vakti!" dediler. Beni de alıp berbere götürdüler. Berber, elindeki makineyle önden, yandan, arkadan girdi kafama. Tam kuşa dönmüştüm. Berberhaneden çıktığımda, gri duvarlar, yüksek tavanlar ve yüzeli yıla yakın süredir her gün cilalanmaktan aynaya dönmüş yer taşları karşıladı beni. Soluk bir florasan ışığı koridoru olduğundan daha soğuk gösteriyordu. Hep üşüdük biz o okulda, taş binalar ısınana kadar yaz gelirdi. Kışları bir nevresim ve iki battaniyeyle uyurduk, yine de üşürdük. O kadar soğuk olurdu...

Babamla okula başladıktan sonraki ilk karşılaşmam bir kaç ay sonrasına denk gelir. Annemle babam kura çekmişler aralarında, kim oğlanı görmeye gidecek diye. Beraber gelecek kadar paraları yokmuş, kura babama isabet etmiş. Babam geldi; ama biz o gün sinemada gürültü yaptığımız için sınıfça cezalıydık. Film başlamadan önce aramızda konuşuyorduk. Nöbetçi subay çıktı perdenin önüne, "Eğlenmeyi bilmiyorsanız eğlenemezsiniz" dedi; cezayı yedik. Adam gibi eğlenemediğimiz için ziyaretçi görüşmeleri ve izinler kaldırıldı. Hala düşünürüm, nasıl adam gibi eğlenebilirdik diye... Ceza mekanizmasını öğrenmek kolay olmadı, o zamana kadar saçma sapan şeylerden ceza aldık. Birisi dershanede saç taramaktan hafta sonu cezası almıştı. Bir başkası köse olduğu halde, sakal tıraşı olmamaktan... Yüzünde bir tane ben vardı, o benin ucundan bir tane tüy uzamış. Oydu bizim arkadaşın hafta sonuna “tüy” diken. Tıraş olmaya başlamadı; ama benindeki tüyü düzenli olarak yolmaya başladı. Ben de, nöbet talimatına aykırı hareket etmekten ceza aldım bir keresinde. Garip olan nöbet talimatına aykırı hareket edip, yatakta oturduğum gece nöbetim yoktu. Şimdi kendim yazarken, kendim inanamıyorum. Babam geldi; onu okulun penceresinden gördüm. Aşağıdan el sallıyordu bana. Askerdim; ama çocuktum. Dayanamadım, başladım ağlamaya. Beni öyle görünce, onun da gözleri doldu. O gün, o okuldan alıp gitmeliydi babam beni. Annem de çok ağladı ben o okuldayken. Bense, hep bir gün gelip beni almalarını, eve götürmelerini bekledim...

Turgut Uyar da bizim okuldan mezundu. "Asker okullarında hiç mutlu olmadım. Genellikle yatılı okullarda mutlu olan çocuk yoktur sanıyorum. Başkalarının, hatta somut başkalarının da değil de, hiç kavrayamadığım bir otoritenin belirlediği ve çoğu zaman saçma bulduğumuz bir şeyler yaşamak..." diyor kendini anlattığı bir yazısında.

Biz mutlu muyduk, değil miydik hiç sorgulamadık o zamanlar. Belki mutsuzluk sıradandı okulumuzda.

Düşünmezdik sadece.

Biz orayı "yuva" bilirdik...

20080120

Mumbai

Arabayla dolanıyorduk yarı sarhoş, yarı uykusuz. Mumbai iyi başlangıçlar vaat ederdi, ama biz bir şeylerin sonuna geliyorduk.

Sıpalara rastladık ara sokaklardan birinde. Arap denizinin üzerinden günün ilk ışıkları gelmeye başladıysa da, ortalık hala karanlıktı...

Sıpalardan birinin fotoğraflarını çekmeye davrandım.Yanıma aldığım son şey olacaktı Mumbai'den. Hayata güzel gözlerle bakan insanların memleketinde göreceğim son şey güzel gözleriyle ünlü bir hayvanın yavrusunun bakışları olacaktı.

Birkaç kişi yanaştı yanımıza; fotoğrafa girmek istiyorlardı. Onları saklayabileceğim bir yerdi fotoğraf, yaşatabileceğim bir yer...Sonsuza kadar var olabilecekleri bir sığınak olabilirdi karelerim onlar için.

Oradan aldığım son şey oldu, onların gülümseyen bakışları. O güzel gözleri sonsuza kadar saklayamayacağımı bile bile aldım.

Bir anı orada dondurup yanıma aldım. Taşıyabileceğim kadar taşıyacaktım. Ama biliyordum ki... O bakışların sonsuza kadar güzel olabilecekleri tek yer orasıydı. Sonsuzluğa açılan kapıydı o şehir.


Mumbai'ydi...

20080119

Ferenc Puskas

Bütün gün ve geceyi dışarıda geçirdikten sonra sonunda yatağa girebilmiştim. Yirmialtıbuçuk saat uyanık kaldıktan sonra baygınlık geçiririm sanmıştım; ama ağrıyan ayaklarım uyumama izin vermiyordu. Rasgele bir kanal açtım, tek kelime anlamıyor olmak iyiydi aslında. Sesi biraz kısınca ninni gibi geldi televizyondaki anlamadığım konuşmalar.

Televizyon karşısında öylece uykuya dalmışım...
Yaklaşık üç saat sonra bir kadının söylediği aryalara uyandım. Tören başlıyordu. Yataktan fırlamamla metroya binmem bir oldu. Yol kısa sayılmazdı, özellikle de Budapeşte’yi hiç bilmeyen biri için... Vardığımda törenin büyük bir kısmı bitmişti. Stadyumdaki törenin sonuna yetişebilmiştim.
Onun isminin verildiği “Puskas Ferenc Stadyumu” hıncahınç doluydu. Futboldan anlamayan, pek de sevmeyen bir adam olmam beni o gün oraya gitmekten alıkoymamıştı. Puskas'a "Elveda" demek için gelen diğer bütün insanların da futboldan anladığını sanmıyorum zaten. Çoluk çocuk, kadın erkek, yerli yabancı demeden binlerce insan son yolculuğunda ona eşlik ediyordu. Puskas bir futbolcudan fazlası olmalıydı. Bunu anlamak için ne Macarca bilmek, ne de futboldan anlamak gerekiyordu.

Herkesin ellerinde mumlar vardı. Ben de bir mum yaktım, başladık yürümeye. Bir süre sonra kocaman bir
meşale alana kadar elimde o mumla yürüyecektim. Meşaleyi yaktıktan sonra ise mumu atmayıp cebime koydum. Binlerce kişi elimizde mumlar ve bayraklarla yürüyorduk. Bazılarının elinde tamamen siyah bayraklar; bazılarının da üzerine siyah kurdele iliştirilmiş Macar bayrakları vardı. En önde Macaristan'ın ve dünyanın başka ülkelerinin kulüplerinin sporcuları, arkada halk...

Budapeşte'de yollar Puskas için kapatılmıştı. Puskas Ferenc stadından, Kahramanlar Meydanı'na (Hösök Tere) kadar uzun bir yürüyüş oldu. Yürüyüş boyunca sessizlik hakimdi. İnsanlar sakince yürüyor, o anı ve anın getirdiği o hüznü paylaşıyordu. Macarca bilmiyor olmam hiçbir şeyi değiştirmedi, konuşan yoktu ki...

İhtişamlı binasıyla güzel sanatlar müzesinin baktığı kahramanlar meydanı çok büyük bir alana yayılmıştı. Meydan öncü Macarların heykelleriyle doluydu. Puskas, kahramanlar meydanındaki bu devlet töreniyle gerçek bir kahraman olarak uğurlanıyordu. Askeri bandonun trompetçisi cenaze borusu çalarken ortalığa yayılan hüznü anlatabilmek çok zor; yaşamak ise çok etkileyiciydi. Birçok ülkenin askeri cenaze borusunu duymuşumdur. Hepsinde benzer ton vardır aslında. Her bir orduda melodi farklı olsa da aynı yoğun hüzün vardır. O trompetin sesi insanın içini eritir. Asker olmak gerekmez o hüznü anlayabilmek için. Hayatları ölümle yaşam arasında geçen askerler, yaşadıkları kadar trompetin sesinde yaşatırlar da. Ölüm tüm ağırlığıyla çöker insanın üstüne, o borunun sesinde. Trompetin her çalınışı bir kahramanın son yolculuğa çıkışını bildirir dinleyene.
Kendi adının verildiği stadyumdaki sporculara özel bir töreni ve kahramanlar meydanındaki devlet töreninin ardından son uğurlama dini bir tören olarak St. Stephen's kilisesinde yapılacaktı. Budapeşte’nin en görkemli kilisesi olan St. Stephen's kilisesi bu tören için hazırlanmıştı. Dini tören devam ederken kiliseye girmem mümkün olmadı, ancak tören bittikten sonra girebildim içeri. Ben girdiğimde, televizyonlar, törenin ardından donanımlarını topluyorlardı. Kabloların ve bütün o canlı yayın aletlerinin aralarından geçerek, üstlerinden sekerek Puskas’ın yattığı mozoleye varabildim. Bedeni artık orada değildi; sadece halen yanmaya devam eden mumlar ve onun için bırakılan çiçekler kalmıştı. Dışarı çıkarken kilisenin görevlilerinden izin isteyip Puskas için yakılmış koca mumlardan birini aldım.

Puskas yola çıkarken Freddy Mercury yumuşacık sesiyle ona ilham veriyordu:

We are the champions...

Lunapark

Ben çocukken bizim aşağı mahallede solcular yaşardı, yukarıda ise sağcılar. Bizim ev tam cadde üzerindeydi. Sağcılarla solcular o caddede karşı karşıya gelir, çatışırlardı. O dönem geceleri perdeler sıkı sıkı kapatılırdı. Gece bir saatten sonra ne balkona çıkılırdı, ne de pencereye. Serseri bir kurşun sizi vurabilirdi. Tabii çocuklara böyle uzun uzun, kurşun adres sormaz diye anlatılmazdı.
Yasaktı işte...

Bir gece, dışarıdan sesler geliyordu, ışıl ışıl oldu bir anda perdeler. Perdeyi açıp ne olduğuna bakamadım; annem, beni o tarafa doğru giderken görünce, “Pencereden uzak dur” dedi. Durup kapalı perdeler ardından gördüm aşağı mahalleyi. Uzun uzun sel gibi akan ışıkları seyrettim. O ışıkların yaptığı gölge oyunlarını seyrettim.
Güzeldi, çok güzeldi...

O gece bir rüya gördüm. Meğer bizim aşağı mahalle Almanya olmuş. Bütün gürültünün sebebi de oymuş aslında. O gün Almanya’nın açılış günüymüş ve açılışını kutlamak için festival yapılıyormuş. O rengarenk festivali görüp, müzik cümbüşünü duyunca koştum sınıra kadar gittim. Ama daha ilerisine gidemedim, sınır kapısından içeri almadılar. Orası aşağı mahalleyken de yasaktı bize; Almanya olmuştu, yine yasaktı. Gerçekte gidemediğim yere rüyamda da gidememiştim. Koskoca mahalleyi kökünden değiştirip Almanya yapmışlardı, yine de gidemedim. Ama sınıra kadar gelmiştim, çok yakındım. Her şey elli metre önümde yaşanıyordu. O gece rüyamda uzun uzun seyrettim Almanya’yı. Neşeli insanlar gecenin bir vakti doldurmuşlardı caddeleri. Herkes gülüyor, eğleniyordu. Kocaman bir de lunapark yapmışlardı çocuklar için Almanya’ya. O zamanın çocukları olan bizler de şimdiki çocuklar gibi dışarı pek çıkamazdık. Ankara Bozkırı’nda çıkacak sokak olmadığından, oynayacak geniş alan olmadığından değildi tabii bu. Çocukların sokağa çıkabilmek için 1980 yılının 12 Eylül’ünü beklemesi gerektiğindendi... Oysa Almanya öyle miydi? Gecenin bir vakti bütün çocuklar dışarıdaydı. Üstelik, o muhteşem, devasa oyuncaklara bedava biniyorlardı. Gençlik Parkı’nı görmüşlüğüm vardı; ama bu gördüklerim Gençlik Parkı’ndakilerle karşılaştırılamayacak kadar güzeldi. Her yerde rengarenk ışıklı tabelalar vardı. Çocuklar gülen yüzleriyle bir ışık denizinde yüzüyor, tüm parkı gökkuşağının renklerine boyuyorlardı.

Sabah uyandığımda müzik sesleri hala kulağımdaydı. Koşturdum aşağı mahalleye baktım balkondan. Bir şey görünmüyordu. Almanya sınırı, sınır kapısı, koskoca lunapark, her şey bir anda yok olmuştu. Karşımdaki tüm yoksulluğuyla, kiri-pasıyla, sönmüş yangının iyice viran ettiği bizim solcu aşağı mahalleydi. Ne kadar büyük bir hayal kırıklığı yaşadığımı anlatacak sözcükler bulamıyorum. Doğrusu, büyümek hep önemli bir sorun olmuştur benim için. Şimdi sorsalar yine aynı şeyi söylerim. Ben büyümek istemedim. Büyüdüm, istemeden de olsa büyümeye devam ettim... Sorsalar büyümemeyi seçerdim, hele rüyamdaki lunaparkı görmeden “büyük adam” olmayı hayatta kabul etmezdim.

Büyüdüm, büyürken de rüyamı özledim. Dışarıya çıkamadığım için dışarıyı içeri getirmeyi öğrendim. Dışarı açılamadıkça içime kapandım. Bir gün rüyalarımda olabilecek kadar güzel bir yerde yaşamaya karar verdim.

Ankara’nın cehenneme dönmeye başladığı zamanlarda annemle babam bizi de kucakladığı gibi bir taşra kasabasında aldı soluğu. 12 Eylül sabahı o kasabada uyandım. 12 Eylül benim bir çocuk olarak yaşadığım en güzel günlerden biridir. Askerler geldiler, sokakları durmaksızın biribirilerinin boğazına binen büyüklerden aldılar ve biz çocuklara verdiler. O gün de asker olmaya karar verdim.

Büyürken sürekli daha iyisinin, daha güzelinin peşinde koştum. Hep daha güzel yerler buldum, hep daha iyi şartlar yakaladım. Zaten pek de zor değildi biraz daha iyisini bulmak, çalışınca oluyor. Oysa sorun daha iyisini bulmak değildi ki... Ben en güzelini istiyordum, bulamadım.

Ne rüyalarımın lunaparkını görebildim, ne de askerlerin geldiği günün sevincini tekrar yaşayabildim.

Uzun sürdü, zor oldu, hala daha göremedim o lunaparkı; ama nerede olduğunu öğrendim sonunda.

Ben nerede değilsem oradaydı...